Kopenhag, 17 Mayıs 2000

Salı öğleden sonra zaten heyecandan pek verimli olamadığım yazıhanemden çıktım. Çantamda uçakta bitirilmek üzere Nick Hornby’nin Fever Pitch kitabı vardi. Kitap şu aralar sinemalarda gösterilmekte olan High Fidelity filminin de kitabının yazarı Nick Hornby’nin taraftarlığını anlatıyor. Hornby çocukluğundan beri cok sıkı bir Arsenal taraftarı oldugu icin kitap “rakibimizi tanıyalım” planimin en onemli parçalarındandı. Lakin daha uçağa binmeden gözünün ucuyla kitabıma bakan yan koltuk komşum muhabbete girdi. O esnada kitaptan tam Heysel faciasını okuyordum. Hollandalıymış, Knicks’ten GS’den, Arsenal’den konuştuk. Amerika’da oturan benim gibi birisi için futboldan anlayan avrupalinin hali de baska oluyor.

Son Soyleyecegimizi Bastan Soyleyelim, “Haydi Yavrum, Haydi Yavrum” – Not: Çin, Kuzey Kore, Tayland gibi Youtube’u zırt pırt yasaklayan bir ülkeden bağlanıyorsanız göremeyebilirsiniz!

Uçakta yanıma düşen hollandalı teyzenin kocası ise karısını beş aydır görmemiş olmasına rağmen, “Akşam yemeği ivedilikle yememiz lazım, UEFA kupası finalini seyredicem” demiş. Teyze de enteresan bir şekilde kaderine razı idi. Hem benim hatırıma, hem de kocası ile kavga edecek konu olsun diye akşam Galatasaray’ı tutacağını söyledi.

Amsterdam’dan Kopenhag’a aktarıldım ve Kopenhag havaalanına iner inmez çevrem sarı kırmızı formalı, cep telefonlarına, “Evet abi şimdi indik, hava güzel, futbola elverişli, yok abi çoğunluk bizden” diyen insanlarla doldu. Benim formam çantamda idi, maalesef çantam da uçaktan çıkmadı. Çok sinir oldum tabii. Başıma geleceklerden habersiz, nasılsa şehirde bir yerlerden alırım diye düşündüm. Havalanında azınlık olarak Arsenal taraftarları vardı. Genelde ailecek maça gelen efendi kisilerdi. Konuştuk el sıkıştık, karşılıklı şans diledik, top yuvarlaktır, iyi olan kazansın dedik.

Seha’ların uçağı yarım saat kadar sonra indi. Ben de onların turuna usulca karıştım ve 12 numaralı otobüs ile havaalanından ayrıldık. Bütün otobüs tezahurat adamları ile doluydu. Tezahürat adamları boş vakitlerinde kendi kendilerine tezahürat yapan, susunca ıslıkla devam eden, dudakları mandallanırsa tezahürat mırıldanan adamlardir. İşte bu tezahürat adamları ile birlikte muhtemelen otobüsün icadından beridir Kopenhag şehrinde rehberlik yapan teyzemize sık sık “Rehber teyze sarı desene” dedik. Sarı demedi.

O güne kadar sessiz ve barış dolu olarak bilinen Kopenhag şehri yavaş yavaş sarı kırmızı formalarla doluyordu. Kraliçenin sarayının önüne askerlerin nöbet değişimini izlemeye giderken yolumuzu kesen (o gün oldukça iyi iş yaptığını tahmin ettiğim) Museum Erotica’nın reklamlarını dagitan oldukca sarisin hanımlar otobüsümüz sakinleri tarafından ilgiyle karşılandılar, sarılarak pozlar verildi, hemen Istanbul’a davet edildiler.

Kopenhag Denizkızı

Nerede O Eski Eurovizyonlar? Denizkizini Gormez Olduk

Daha sonra Eurovision şarkı yarışmalarında Danimarka’nin tanıtım filmlerinde mutlaka görülen meşhur denizkızı heykeline bakmaya gittik. Heykelin sağına soluna irice taraftarlarımız tünemiş oldukları için zaten tahminimizden ufak olak heykel biblo gibi görünüyordu. Bir kez daha efendi Arsenal taraftarlarina iyi niyet mesajlari verdik. Andersen Masallarının yazarı Andersen Bey’in evini de gördükten sonra saat 13 gibi azad edildik, tezahürat adamlarindan ayrıldık, yağını çekmiş bir balıktan oluşan öğlen yemeğimizi yedik. Yemek sonrası ise yürüyerek şehri gezmeye çıktık. O sıralarda Şikago’dan Kopenhag’a varan Levent’e Tivoli meydanina gelmesini söyledik.

Tivoli Meydanı’ndan (Town Hall Square) çift yönlü bir yolla ayrılan büyük birahanenin önü korkunc tipli ingilizlerle doluydu. Dışarı taşmışlar, yerlerde içiyor, gözümüzün önünde yandaki tarihi binanin duvarına fütursuzca işiyorlardi. Sonunda meşhur holiganları da görmüş olduk böylece. Ama kendi kendilerine şarkılar söyledikleri için parmaklarımızın ucuna basaraktan holigan beyleri rahatsız etmeden sessizce yolu geçip türklerle dolu olan Tivoli Meydanı’na geldik. Etrafta taraftarlar dışında yerlere tezgah açmış forma, tişört satan gurbetçiler vardı.

Tam o sırada Levent’ten telefon geldi. Meydanın tam ortasına gelmesini söyledik. Yeni aldığımız formalarımızı giydik, Amerika’da kalanlara götürmek üzere tişört alacaktık ki ayağımızın yanında patlayan bir bira şişesini mütaakiben sol taraftan gelen bir uğultu bizi şaşırttı. Sola bakınca azgın bir şekilde üzümüze gelen ingiliz grubuyla göz göze geldik. Sağdan ise onları farketmiş olan turk grubu taaruza geçmişti. Biz paramızın üstünü kendinden geçmis sarhoş satıcının elinden çekerek almayı ihmal etmeyerek meydan muharebesinin dışına doğru koşuşturduk. Muharebeye müdahil olmak amacıyla meydana doğru koşan bazı delikanlilar ise, “Hadi lan ingilizlere gününü gösterek, hadi lan gelin, allah allah” diye birbirlerini dolduruşa getiriyorlardı. Geri bakınca uçuşan sandalyeleri, mızrak gibi fırlatılan bayrak direklerini ve el bombası gibi atılan bira şişelerini görduk. İki grubun çarpışması esnasında yere düşenler acımasızca kafa göz dinlemeden tekmeleniyor, ardından üstlerine basılıyordu.

Tivoli Meydan Muharebesi’ni Anlatan Haber – Not: Çin, Kuzey Kore, Tayland gibi Youtube’u zırt pırt yasaklayan bir ülkeden bağlanıyorsanız göremeyebilirsiniz!

Yolu geçip mum heykel müzesine sığınmayı düşündük. Büyük bir şans eseri Levent de aynı yönde geliyordu. Onu kaptığımız gibi müzeye girdik, biz içeri girer girmez 100 yaşında bir müze görevlisi teyze kapıları kapayıp asma kilit taktı. Karambolde grubun gerisini kaybetmiştik. Cep telefonları çalışmıyordu. Bu sırada sonunda meydana gelmeyi beceren polis de göz yaşartıcı bomba atmıştı.

Ortalık sakinleşince kapinin kilidi açıldı, gene şansa Seha’nın annesini gördük. Ama babası ve arkadaşları hala yoktular. İlk kavganın bitmesi yüzünden hayal kırıklığına uğrayan bir grup, “İstanbul buraya” ve “Ya allah, bismillah, allahuekber” tezahuratları ile adam toplamaktaydı. Bunun üzerine müzedekiler kapıları bir daha kilitlediler ve bu sefer dışarıda kaldık. Uzunca bir yoldan otelimize dönmeye karar verdik ve yolda koşuşturan taraftarların arasından otele vardık. Otelde kaybetmiş olduğumuz herkesi bulduk. Bu esnada dedikodular yayılmaya başlamıştu. Önce bir kişinin, daha sonra Turkiye’den atılan bir mesaj yüzünden 14 kişinin kavgalar sırasında öldüğü haberlerini aldık.

Saat 17:30’a kadar huzursuzca otelde bekledik. Bizde cep telefonu da olmadığından adam gibi haber alamıyorduk. Sonra otobüse binmek üzere meydan muharebesinin olduğu Tivoli’ye geri gittik. Ortalık sakindi. Millet birbirine nasıl göz yaşartıcı bomba yediğini, gözlerinin körleştiğini, polisin özellikle üstlerine biber gazı sıktığını, gözyaşartıcı bombayı kulağına yiyen taraftarın Tarantino filmindeymişçesine uçan kulağını anlatıyordu. Otobüsler geldi, bindik ve Parken Stadyumu’na doğru yol almaya başladık. Yolda ellerinde biralarla gelen geçen türklere sataşan bir ingiliz grubu daha gördük. Artık kimsede maç izleme isteği kalmamıştı. Futbol için insanların ölmüş olması bütün enerjimizi, tutkumuzu tüketmişti. Şimdi anımsıyorum ki o anda maç iptal oldu deseler bile hayal kırıklığına uğramadan kös kös evime dönecektim.

Stada vardık ve içeri girdik. Yerimizi bulup oturmamız 1 dakika sürdü. Üstümüzdeki kasvet yeşil çimleri ve muhteşem seyirciyi görünce dağılmıştı. Dağıtılan çirkin sarı tişörterimizi aldık ve tezahürata başladık. Bizim sağ tarafımızda kalan kale arkası tribünü gerçekten muhteşemdi…

Önce Danimarka Türk Okulu’nun folklor grubu, sonra ponpon kızlar çıktılar. Arada sıra ile Arsenal ve Galatasaray marşları çaldı. Bir bizden bir onlardan şarkılar ile ısındık. Aslanlarımız da ısınmaya çıktılar ve çok neşeli görünmeleri bizi biraz rahatlattı.

Macin Ozeti – Not: Çin, Kuzey Kore, Tayland gibi Youtube’u zırt pırt yasaklayan bir ülkeden bağlanıyorsanız göremeyebilirsiniz!

17 Mayis 2000 günü saat 20:45’te hayatımın en önemli spor karşılaşması başladı. Bizim ataklarımız özellikle Viera tarafından sık sık kesilmesine rağmen Arif ve Hakan güzel pozisyonlar buldular. Full Monty filminden de hatırlayacağınız ünlü “Arsenal offside trap” az kalsın bizi öne geçirecekti.

İkinci yarıda Hakan’ın direkten dönen şutuna hayıflandık ve Tafarel’in hala nasıl kurtardigini anlamadigim Henry’nin kafa vuruşu kalbimizi ağzımıza getirdi. Uzatmalar sırasında Hagi 24 dakika sonra unutacağımız saçma sapan bir hareketi yüzünden atılınca artık 24 dakikayı bir bir saymaya başladık. Ve bitmez gibi gelen dakikalar sonunda bitti. Penaltılar da tam önümüzde atılacak olunca zevkten ve heyecandan bayılacak gibi olduk.

Bütün hücumlarımızı kesen Viera ve meşhur hırvat Suker kaçırdıklarında heyecandan önumdeki baba-oğula aynı anda sarılıp kafalarını istemeden birbirine tokuşturdum, huzunuzda kendilerinden bir kez daha özür dilerim. Ve unutulmaz Popescu penaltısını ağlarda görünce zannedersem hayatımda ilk defa sevinçten ağlamaya başladım. Bir Levent’e bir Seha’ya önüme arkama sağıma soluma sarılıp rahatlayana kadar hıçkırdım.

Sonunda kupayı Bülent ve Hakan’ın ellerinde görmek ise inanılmaz bir manzara idi. 6 yaşımdan beri takip ettiğim renkler yıllardır resimlerini gördüğümüz kupayı ellerinde gezdiriyorlardi. Özellikle Hakan ve Kerem kupayı çok sevdiler ve sahayı bol bol turladilar. Hakan şeref tribünün önünde çok seksi pozlar da verdi. Parken Stadyumu’ndan çıkmak istemiyorduk. Sanki çıkınca uyanacaktık. Şarkilar türküler çalındı, söylendi. Bir ara Kenan Doğulu kendi sesinden çalınan “Dağ Başını Duman Almış”‘a biz arkadaki seyircilere dönerek playback bile yaptı. Hatta o ruh halinde sempatik bile geldi kendisi. “Her yer inlesin, inlesin” dedikten hemen sonra tekrar “bu gök deniz nerede var” diye devam ediyorduk.

Sonunda staddan püneşe çıktık ve otobüse bindik. Otobüsün gerisi havaalanına gideceği için bizi şehrin ıssız bir koşesinde bırakıp, “Hadi siz nah şu yöne 5 dakka yürüyün” dediler ama biz yarım saat yürüdük de ancak medeniyete geldik. Medeniyet iki polis arabası ve tam teşhizatlı birsürü polisten müteşekkildi. Can güvenliğimiz için bizi bir süre takip ettiler, acıklı şarkılar söyleyip salya sümük ağlayan Arsenallilerle dolu bir barın önünden gectik. Polisler bizi bir sokağa çok Ingiliz oldugu icin sokmadilar. Tivoli’de ise muhitimize gelmiş sayılacağımızdan peşimizi bıraktılar. Zaten caddeler ayıca araba kullanıp öküzce korna calan gurbetçilerle doluydu. Bize olası bir sataşma halinde yeni bir meydan muharebesi çıkması pek kolaydı. Kopenhag halkina bir kez daha acidim. Neyse ki kavgalardan sonra İsveç’ten gelen ekstra polisler sayesinde artık şehirde asayiş berkemaldi.

Otelimizin önünde de tam güvenlik vardı. Vallahi billahi o otelde kaldığımızı söylerek otele girdik. Lobideki insanlardan kavgalarda ölü olmadığını da nihayet öğrenince rahatlayıp huzurla uyuduk. Olaylar sayesinde gece çıkıp çılgınca kutlama planlarımız da suya düşmüştü zaten.

Perşembe günü üstümüzden çıkarmadığımız formalarımızla Paris Charles De Gaulle havaalanına indiğimizde hala etraf Galatasaraylı kaynıyordu. Kapıdaki sınır polisi önce bizleri gülümseyerek tebrik ettikten sonra pasaportumuzu damgaladı. Havaalanında tanımadığımız Galatasaraylıları da kutlayıp türk gazetelerinden önceki gecenin haberlerini okumaya koyulduk. Paris’te geçirdiğimiz birkaç günde de bol bol nereli oldugumuz soruldu ve ellerimiz sıkıldı.

17 Mayis Belgeselinden Bir Kisim. Fatih Terim’in Performansi Muhtesem – Not: Çin, Kuzey Kore, Tayland gibi Youtube’u zırt pırt yasaklayan bir ülkeden bağlanıyorsanız göremeyebilirsiniz!

Şimdi UEFA kupasını alışımızın üstünden bir hafta geçti, hala inanmakta zorlanıyorum. Üstelik derdimi çok az kimsenin anladığı Amerika’da işteyim.

Yorum Yazınız / Leave a Reply