Ithaca – California – Ithaca, 10720 km, 9 Gün

Üniversitenin 9 günlük bahar tatillerinde uzun seyahatler bağımlılık yapmıştı. Birinci sene Cancun (Meksika), ikinci sene New Orleans’tan sonra, üçüncü sene işi biraz da ileri götürmek istedik ve dokuz günde Ithaca, New York’tan Amerika’nın en eğlenceli eyaleti olan Kaliforniya’ya gidip gelmeye karar verdik.

Route 66

Get Your Kicks on Route 66 (Photo: www.rv-trips.com)

Bu sefer çok daha organizeydik. Öyle diğer tatillerdeki gibi benim küçük araba, doğaçlama rota olmadı. Bir arkadaşımızın araba kiralama şirketiyle sıkı ilişkileri sayesinde adam başı günde 7 dolar gibi komik bir fiyata içine rahatça yedi kişinin sığacağı bir Dodge Caravan marka minivan kiraladık. İkinci olarak Triple A’den (American Automobile Association – Amerikan Otomobil Derneği) Ithaca’dan başlayıp (New York), Las Vegas üstünden Los Angeles’a gidip San Francisco üstünden Ithaca’ya döneceğimizi belirterek buna uygun özel bir harita aldık. Harita sayfa sayfa kitap şeklinde dosyalanmış olarak geldi. Gayet ayrıntılı olarak hem görülmesi gereken yerleri, hem rotayı gösteriyor, bunun yanı sıra “Teksas’tan geçerken, bilmem nerede benzin deponuzu doldurun, zira müteakip kilometreler boyunca hayat yoktur, yolda kalmayın” gibi ikazlarda bulunuyordu.

Rotamızın büyük bir kısmı ünlü Route 66 üzerindeydi, yani Chicago’yu Los Angeles’a bağlayan ünlü yol. Bu yol epeyce film ve şarkıya ilham vermiştir (bkz. Get your kicks on Route 66), ama gelin görün ki yol yenilenmişti. Biz boş ve temiz otoyolda kayar gibi giderken, zaman zaman Toros’ların yol kenarındaki eski E5’i andıran uzun ince bir yol (Route 66), hayalet misali görünüp görünüp kayboluyordu.

Ithaca - Kaliforniya

Rotamız (10720 km, 9 Gün)

Son aşamada, yolculuğa katılacakların kim olacağının tespitine geçildi. Beş kişinin ehliyeti vardı, bunlar üçer saatlik vardiyalar halinde sırayla araba kullanacaklar, ehliyetsiz iki kişi ise sadece kopilotluk yapacaklardı. Kopilotun amacı hem yolu belirlemek, hem müzik çalmak, hem de en mühimi şoförün uyumasını engellemekti – zira Grand Canyon’a gidene kadar yolda benzin ve sandviç almak hariç durmayacaktık.

Elbette, yedi kişi tamamlandıktan sonra gelmek isteyip de gelemeyenler de oldu. Sekizinci kişi olarak yerde oturmayı, icabında yolda atmaya karar verirsek yıldızlara baka baka geri dönmeyi dahi kabul etmiş bir arkadaşımızı, gönlümüz istemese de, ardımızda bırakmak zorunda kaldık. Lâkin “Teksas’tan geçerken radyodan country muzik dinleyin, Las Vegas’ta, Ceasar’s’da kumar oynayın” nevinden nasihatlerini almamazlık etmedik.

Yolda hangi CD’leri dinlemenin caiz olduğu konusunda birçok tartışma yaşandı, CD player adaptörü edinildi, radar detektörü takıldı. Şoför ve kopilotların vardiyaları ayarlandı. Bir de gelenek olsun dedik, her gün, 10:30’da (ilk yola çıkış saatimiz) Rusted Root grubunun Ecstasy isimli şarkısını çalmaya karar verdik. Ayrıca arabanın odometresi her 1000 mil ve katlarını gördüğünde de bir ufak kutlama yapacaktık.

Cuma gününün derslerini kırmak zorunda kaldık. Perşembe akşamı yola çıkmadan 15 dakika önce organik kimya sınavından çıkmış olduğum için, hiç vicdan azabı duymadım. Organik kimya çalışacağım diye gece az uyumuştum, bu nedenle gece vardiyasını atlayıp sabah direksiyona geçmeye karar verdim. Ama hareket eden vasıtada uyuma problemim olduğundan uyuyamadım. Hatta bütün yolculuk arabada belki toplam 1-2 saat uyumuşumdur.

İlk Ceza Tehlikesi
Güneş doğduğunda Ohio’dan geçiyorduk. Şoför Kerim iken ilk ceza tehlikemizle karsi karsiya kaldik. Insanlik disi araba kullanmasiyla bilinen Kerim – ki çip takilarak motoru 400 beygire çıkarılmış kırmızı bir Chevrolet Camarosu vardır – bir polis arabasını hız limini aşarak fütursuzca solladı. Bir süre peşimizden gelen polis sakin bir şekilde ışıklarını yaktı, sirenini çaldı ve tabii ki bizi kenara çekti. Kerim, “Birşey olmaz” diyerek bizi rahatlatmaya çalıştı ve nasıl olduysa, polis Kerim’in Türk ehliyetine şöyle bir bakıp, “Sizi gidi haylazlar sizi, sakın bir daha yapmayın” türünden birşeyler söyleyerek bizi saldı.

St. Louis’ten geçerken direksiyon bendeydi, dolayısıyla görmeye değer ilk şey olan ünlü St. Louis arkını bile doğru düzgün göremedim. Duramadığımız için bu güzide Midwest (Orta batı) bölgesi şehrinin başka görülecek birşeyi olmadığını umarak devam ettik.

St. Louis Arch

St. Louis Arkı, Ben Göremedim Siz Görünüz.  (Photo: commons.wikimedia.org)

Öğle yemeğini Oklahoma’da dünyanın en büyük McDonald’s’ında yeme şerefine de nail olduk. Heyecanlanacak bir şey yok, o kadar da büyük değildi. Oradan eve yollamak üzere kartpostallar aldım, üstlerinde kızılderili insanların resimleri vardi ve Oklahoma yazıyordu. O kartpostallardaki Kızılderililer tatil boyunca gördüğümüz yegâne Kızılderililer oldular. Oklahoma City’den geçerken bombalanan FBI binasının yıkıntılarını görmeyi benden başka kimse istemeyince Texas istikametine döndük.

Gece, Texas’ın Triple A kitabında geçen insansız boş bölgesine vardık ve kitabın söylediği gibi başka benzinci olmayacağından benzin depomuzu doldurmak üzere durduk. Bulunduğumuz yerin yakınlarında hiç büyük şehir olmadığı için, gökyüzündeki yıldızlar çok daha net görülmekteydi. Hayatımda hiç bu kadar parlak yıldızı bir arada görmemiştim. Tom Miks’in nasıl bir manzara altında uyuduğunu da müşahade etmiş olduk böylece. Tom Miks olsam, ben de yıldızları üstüme örtüp uyurdum herhalde.

Hava karardı, akşam, derken gece oldu. Sabah 3-4 gibiydi. Ben ve ko-pilotum hariç herkes derin uykudaydı. Demokrasi ile bir yere varamayacağımızı bildiğimden, ani bir kararla kimseye sormadan Albuquerque’de durdum (Grand Canyon’a kadar hiç durmama kararımız vardı).

Albuquerque Old Town

Albuquerque Tarihi Şehir Kısmı (Photo From: commons.wikimedia.org)

New Mexico eyaletinde, güneyin gülü şehirlerden biri olan Albuqeurque’de İspanyol zamanlarından kalma binalar, kiliseler vesaire olacağını umuyorduk. Benzinciye bilmeden “Eski İspanyol mahallesi nerede?” diye sorduk. Bize yolu tarif etti. Önce kaybolup biraz korktuk. Amerika’nın güneyindeki insanların yataklarının başucunda silahlarıyla uyuduklarını düşünmemeye çalıştık. Issız sokaklarda gece gece bir ileri bir geri dolaşırken, şişman, nefesi alkol kokan, atletli amcaların pencerelerini açıp bizi keklik gibi avlayacakları aklımızdan çıkmıyordu. Etrafta hayat belirtisi yoktu.

Nihayet hedefe vardığımızda herkesi uyandırdık. Etrafta solmuş kirmizi binalar, minik kiliseler, önlerinde at bağlamak için tahtalarıyla ahşap evler vardı. Old Spanish Town Red Kit kasabalarına benziyordu. Utku inatla uykusundan uyanmadı, ama geri kalan 6 kişi mahalleyi dolaştık, fotoğraflar çektik. Ve güneş doğmadan, rüya gibi, yolumuza devam ettik.

Sabah Grand Canyon’a doğru giderken arabanın hız sınırını gördüm: Saatte 115 mil (yaklaşık 180 km) ile giderken birdenbire sanki başka birisi frene basmış gibi hız kesildi. Korktum, meğer arabanın özelliğiymiş, belli bir hızı geçince kendi kendine gaz kesiyormus. Etrafta polis molis de yoktu. Zaten Missouri’den sonra yollarda azami hızı takan sürücü kalmamıştı.

Grand Canyon

Dünyayı Kurtaran Adam’ı Burada Çekmişler Galiba (Photo: koolio.wordpress.org)

Canyon’a vardığımızda öğleye geliyordu. Amerika’da gördüğüm en güzel manzaraya bakakaldım. İki tarafı bıçakla kesilmiş gibi düz ve pürüzsüz, sarımtırak kahverengi bir vadinin dibinden minik bir su akıyordu. Bizim kaldığımız kısmında bir de eski Kızılderili tapınağı vardı. Duvarlarına resimler ve şekiller çizilmiş silindir biçimli bir yapıydı, Kızılderililer için kutsal bir yermiş.

ugh.jpg (23825 bytes)
 Ugh!

Kayaların altında kalmış kar parçalarıyla kartopu atıştık ve arkamızdaki inanılmaz manzara ile fotoğraflar çektirdik. Yüz metrelik uçurumun dibinde “Tutmasaydım düşüyordun!” esprisi yapan Utku’ya küstüm.

Yolcu yolunda gerek diye tekrar yola çıktık. Arizona’da dev bir krater varmış, oraya da uğradık. Düşen bir göktaşıyla oluşmuş, devasa bir yuvarlak çukurdan ibaret bu kraterin ortasında Dünyayı Kurtaran Adam gibi bilim-kurgu filmleri çekiyorlarmış.

Bir sonraki durağımız Las Vegas’tı. Yol üstünde ünlü Hoover (Dam) Barajı’nı gördük. Çolün ortasında masmavi baraj gölünün kıyısı boyu giden bir yoldan ilerledik. Buradan Las Vegas’a doğru cetvelle çizilmiş gibi dümdüz bir yol gidiyor. Bu yola çıkarken, şans getirsin diye arabadan aşağı 1’er dolar atmak gibi bir gelenek varmış, onu da yerine getirdik. Tabii bu bir dolarları kim topluyor diye düşünmeden de edemedik.

Las Vegas’a gündüz gelmemek lazım. Işıkları yanmayan bir Las Vegas, kuru, pis ve kalabalık herhangi bir Amerikan şehrinden farksız. Otelimizi bulduk (kaldığım en ucuz Holiday Inn idi). Las Vegas’a vardığımızda Cumartesi akşamı olmuştu, yola çıktığımız Perşembe gününden beri ilk kez yatak yüzü görecektik. Fakat acele etmedik, eşyamızı bırakıp dinlenmeden dışarı çıktık. Önce ünlü Ceasar’s Palace Casino’ya gittik.

Ceasar's Palace Casino

İnsan Ceasar’s Palace’ta Kendini Photoshop’ın İçinde Buluyor (Photo from: www.lasvegas.com)

Kumara başlamadan önce kurallarımı koydum. 20 dolarlık fiş alacaktım ve bir daha kasaya sadece fişlerimi paraya çevirmek üzere gidecektim. Kumardan anlamadığım için tek kollu haydut olarak da bilinen Jackpot makinesinin başına geçtim. Etraftaki insanları cezb etsin diye en baştaki makinelerde kazanma şansının daha yüksek olduğunu duymuştum. Yarım saatin sonunda 60 dolarımı paraya çevirmeye gittim ve bir daha da şansımı denemedim.

Kazandığım 40 doları, seyahatten döndükten sonra okuldaki Türk Öğrenci Derneği’ne bağışladım. Sanırım bağışladığım parayla başkan ve sayman kendilerine içki aldilar, zira parayı verdigim zaman ikisi de pek ayık degillerdi. Bir kez daha haydan gelen huya gitti.

Las Vegas’ta sürekli olarak birtakım şovlara şahit oluyorsunuz. Casinonun içinde Roma gladyatörü kılıklı adamlar ve Roma imparatorunun karısı kılıklı kadınlar geziyorlardı. Bir alışveriş merkezinin avlusunun tavanında yapay bir gökyüzü yapmışlardı. Bulutlar gidip geliyor, saat ilerleyince gece oluyordu. Beyaz kaplanlarıyla şov yapan Sergei ve Stanislav gibi isimli bazı adamların afişleri her taraftaydı. Dışarıda yapay bir korsan gemisi ve korsanlarını gördük. Benzinciler dahil her yerde kumar oynanacak bir âlet muhakkak vardı.

Kumardan sıkılınca Ceasar’s’dan çıkmak için yürüyen merdivenlere doğru ilerledik, merdivenden yukarı ışığa doğru çıktık ama tuhaf bir şekilde çıkışın kapı değil camla kapalı bir cephe olduğunu görüp mecburen hazır yürüyen banttan tekrar içeri girdik. İnsanı kanının son damlasına kadar sömürmek için tasarlanmış bir şehir Las Vegas!

Civarda şip-şak 15 dakikada evlendiren evlendirme salonları, smokin kiralayan dükkânlar ve parasını kumar salonundan kurtaranlar veya paranın değerini bilmeyen hızlı zenginler için de striptiz salonlarından ve pahalı restoranlardan oluşan başka bir yan endüstri mevcuttu.

Nihayet o gece yatay pozisyonda güzel bir uyku çekip Los Angeles yoluna koyulduk. Öğleden sonra Los Angeles’ın sıkışık trafiğine girmiştik. Üniversiteden bir arkadaşımızın – Ellen – evinde kalacaktık. Önce evi bulduk, şehir merkezinin yarım saat kadar dışında, sessiz sakin bir mahalledeydi. Eksik olmasınlar, yedi kişilik Tanrı misafiri heyetini kabul ettiler.

Burada da eşyamızı bırakıp hiç beklemeden şehre indik. Önce ünlü Venice Beach’e gittik. 3-4 katlı bir binanın tüm duvarını kaplayan bir Jim Morrison posterinin yanından geçip kumsala girdik. The Doors veya White Men Can’t Jump filmlerindeki cıvıl cıvıl plajı gözlerim boşuna aradı. Hava güzeldi (Mart ayı) fakat akşam ateşin etrafına kurulup sohbet edenler yoktu. Onlar yoktu, tamam ama bidon içinde ateş yakan alkolikler bile yoktu. Tuvalet de bulamadık. Ve “6000 km yol gelip bir bok göremediğimiz plajın içine ederiz” sloganıyla Venice Beach’e çişimizi yaparak protesto ettik.

Los Angeles Gece Hayatı
Muhafazakâr bir kız olan ev sahibemiz ve muhafazakâr ailesi bize gece hayatı konusunda yardımcı olamayacaklarından yemek yediğimiz restorandaki güzel garsonumuza gidebileceğimiz yerleri sorduk. Pazar akşamı için iki yer tavsiye etti. İkisi de Sunset Strip üstünde şık barlardı. Yanımıza doğru dürüst giyecek şey almadan tatile çıkmış maceraperest bir grup genç olarak bu tavsiyeye uyup söylediği barlardan birine gittik.

Şık giyimli bir adam arabamızın kapısını açtı, valeler arabamızı aldılar. Hırpani kıyafetlerimizle içeri girdik. Alt katta rock muzik (“rak” mı“rok” mu tartışmasını saygıyla anıyorum) ve bar vardı; üst katta ise dans müziği ve bir dans pisti. Biz yukarıda içkilerimizi yudumlayıp müziğin temposuyla kıpraşırken, sahnede de muhtemelen biraz sonra çalmaya başlayacak bir rock grubunun hazırlıkları devam ediyordu. Adamlar davulları kurarlarken etrafa bakıp izlemeye gelenlerin ne kadar çok Türk’e benzediklerini dehşet içinde farkettik. Parıltılı kıyafetli balıketi bayanlar, bıyıklı, kıllı göğüslerinin arasından beliren kolyeyi cömertçe sergileyen esmer beyefendiler…

Bir süre sonra, grup hazırlıklarının tamamlandığına dair işaretler verince, insanlar sahne önünde toplanmaya başladılar. Biz de merak içinde bekliyorduk. Önce uzun saçlı gitaristlerle davulcu çıktılar. Onlar gürültülü rock parçalarını çalarken, birdenbire yandan minyatür bir adam, hoplaya zıplaya sahneye yuvarlandı. Adam kırmızı spor ayakkabı ve kırmızı bir beyzbol sapkası giymişti. Şapkasının siperliği yana çevriliydi. Yaşı muhtemelen otuza yakındı ama nedense 18 gibi görünüyordu.

Şarkısını anlamadığımız bir dilde söylemeye başladı. İşin ilginci, etrafımızdaki topluluk da onunla beraber söylüyordu. Biz ise “Ulan ne bu?” diye birbirimize bakıyorduk. “İbranice midir, nedir?” dedik ve İsrail’e gidip geldiği için bilmesini beklediğimiz Aylin’e sorduk. “İbraniceye benziyor ama değil galiba,” dedi. Sonunda yanımızdaki seyircilere sorunca karşımızdakinin İran’in en ünlü rock gruplarından biri olduğunu öğrendik. Neyse sonuc olarak biz de Los Angeles’taki tek akşamımızı İranli gençlikle birlikte Farsça şarkılar dinleyerek geçirmiş olduk. Okula dönünce Türk dostu İranlı arkadaşımız Şahriyar’a sorduk ve Los Angeles’ın Amerika’da en cok İranlı’nın yaşadığı sehir olduğunu öğrendik.

Bir sonraki sabah önce Beverly Hills’de biraz gezindik, milletin Jaguar’larına ve Porsche’lerine baktık, çeşitli ünlü evlerinin önünden geçtik. Ben tek başıma Rodney King ayaklanmalarının olduğu South Central denen zenci mahallesine gitmek istedim o da olmazsa Pulp Fiction’daki Inglewood’a gidelim dedim. Onu da kabul ettiremeyince bari Bukowski romanlarindaki DeLongpre Avenue’ya veya Wilton’a gidelim, hiçbiri olmazsa Hermosa Beach’e gidelim diye yalvardım. Ama ezici çoğunluk Universal Studios’a gidip ordaki saçma sapan şeyleri görmeyi tercih etti…

Universal Studios’ta Kovboy kasabasını gördük (kapılar özellikle küçüktü, böylece adamlar büyük gözüküyordu), yıkılan köprüden geçerken ıslandık, Çakmaktaşların arabasının içinde resim çektirdik. Psycho filmindeki Norman Bates’in oturduğu korkunç evi gördük (ki gündüz gözüyle hiç korkunç değildi ve küçücüktü). Bence tek ilginç şey, bir adamın o sıcakta Humphrey Bogart kılığında pardesüyle gezinip sokak lambalarının altında sigara yakmasıydı. Dünyanın en saçma şeylerinden birisi olan E.T. Ride’ına bindik. Bütün tatilin en eğlencesiz günü başladığı gibi, Hard Rock Café Hollywood’da yenen gereksiz bir akşam yemeği ile bitti.

Santa Barbara
Ertesi sabah erkenden Santa Barbara’ya doğru yola çıktık. Santa Barbara kasabası Türkiyemizde Galatasaray’ın şampiyonluğuyla noktalanan 87-88 sezonu sırasında TRT2’de haftanın maçlarının özetlerini gösteren programdan önce yayınlanan Santa Barbara dizisi ile bilinir.

Okyanus kıyısında paten yapan bikinili sarışın fıstıklar yerlerindelerdi. Tıpkı oradaki tatil köyü kılıklı University of California Santa Barbara Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği doktorasını yapan eski okul arkadaşımız Volk gibi.

Santa Barbara

Paten Kayan Bikinili Kızlar Bizi Görünce Kaçtılar (Photo: www.glogster.com)

Volk’un evini ararken hayallerimizdeki Kaliforniyalı genci de gördük. Elinde kaykayı, sarı saçları, kısa kollu gömleği ve şortuyla dünyayı umursamadan yürüyordu. Yol sorduk ve bize “*Dude, now flip your car and head that way… Peace!*” diye yol tarif etti. Dublaj Türkçesi ile meali “Hey ahbap, sen kaybolmuşsun, arabana bir takla attır ve okyanusa doğru git. Sağlıcakla kal ve kendine iyi bak,” olabilir.

Şehre ilk geldiğimizde Utku’nun bize komiklik olsun diye pencereden dışarı İngilizce, “Sarışınlar nerede?” diye bağırdığında, Kerim’in aniden fren yapması ve Utku’nun soruyu kaldırımda yürüyen masum iki hanımefendiye sormuş olması, onların ise “Hıh! Bu ayı da nereden çıktı?” bakışlarıyla cevap vermeden yürümeleri de notlarım arasında.

California Route 101

Route 101: Big Lebowski Denize Kül Dökme Sahnesi Lokasyonu Gibi (Photo from: travelerguidance.blogspot.com)

Bol tekilalı bir akşam sonrası, sabah, Santa Barbara’da ahşap masalar üstünde çok güzel bir deniz mahsülleri yemeği yedik ve yeniden yola çıktık. Santa Barbara San Fransisco yolu (meşhur Route 101) bir doğa harikası. Dayanamayıp durduk. Altımızda okyanus, bulutlardan görünmüyordu, üzerinde bulunduğumuz uçurumun altı bulut deniziydi. Üstünde ise güneş batıyordu. Yanımızda bizimle beraber durmuş Volkswagen minibusleriyle seyahat eden bir hippi çift ve 1-2 yaşlarındaki 1-2 dişli minik çocukları vardı, biraz onlarla sohbet edip yeniden yola koyulduk.

San Fransisco
San Fransisco, ılıman havası, minik tepelerden görülen manzaraları, ünlü streetcar’ları (bkz. San Fransisco Sokakları adlı, bol araba sahneli polisiye dizi), muhteşem Çin Mahallesi, eğlenceli sakinleri ve körfez manzarasi ile Amerika’daki favori şehrim. San Fransisco’da da yedi kişilik grubumuz üniversiteden bir arkadaşımız Yeşim’in eviyle bir otel arasında bölündük. İlk gün bir grup Chinatown’a (Çin Mahallesi) giderken diğer grup Sinan’ın master için başvurmuş olduğu Stanford Üniversitesi’ne gitti. Ben Chinatown grubundaydım.

San Francisco’nun Çin Mahallesi Amerika’nın en büyüğü ve en eskisi. Hayatta bildiğim herşeyi öğrenmiş olduğum Red Kit kitaplarını okuyanlar bu mahallenin kuruluşunu ve tek sokağındaki bütün dükkânlarin restoran veya çamaşırhane olduğunu hatırlayacaklardır. Şimdi biraz değişmiş tabii… Girişinde ejderhalı bir kapı vardı, bu kapıdan geçer geçmez başka bir ülkeye gelmiş gibi olduk. Tıpkı New York’taki Çin Mahallesi’nde olduğu gibi, Çinli insanlarla, balıkçılarla ve manavlarla dolu sokaklar vardı. Balıkçılardaki balıkların çoğu canlıydı ve ürkütücü görüntüleri vardı, bunların büyük bir kısmın hayatımda ilk defa gördüm.

Buranın New York’tan bir farkı, yol sorduğumuz bir teyzenin, ki kendisi en azından yetmiş yaşında vardı, aksansız bir İngilizceyle bize yol tarif etmesi oldu. New York’ta çoğunlukla Çinliler birinci nesil, fakat San Francisco Çin Mahallesi Amerika’nın ilk Çin Mahallesi olduğu için insanların en azından bir kısmı artık Amerikalı olmuşlar. Ama bu demek değil ki burası otantikliğinden bir şey kaybetmiş. Çin Mahallesi’nde büyümüş bir arkadaşımın iddia ettiğime göre Amerika’ya gelip zengin olmuş Çinliler, hayır işi olarak Çin’den Amerika’ya vatandaşlarının gelmesini sponsor ediyorlarmış. O yüzden Çin Mahalleleri genişlerken, diğerleri daralıyorlar.

Chinatown (Photo from timeout.com)

Birkaç dükkâna girdik çıktık. Maalesef henüz yemek saati değildi, ama oraya kadar gelip de yemek yemeden dönmüş olmamak için bir pastaneye girdik. Tıpkı Türkiye’dekiler gibi cam vitrinli dolap içinde kekler, poğaçalar, börekler vardı. Burada çalışan hanımlar Amerikanlaşmamış Çinlilerden çıktılar, tek kelime İngilizce bilmedikleri için işaret ederek yemekleri, tarzanca hareketlerle de çayımızı istedik. Plastik masalarda oturup yedik ve içtik. Tekrar dışarı çıktık ve Osmanbey gibi kalabalık, karmakarışık sokaklarda itişe kakışa yürüdük.

O aksam Yeşim’in evinde Sinan’in Stanford’a kabulünü kutladık. Stanford eşofman altlı, Stanford tişörtlü ve Stanford sweatshirtlü Sinan şampanya patlattı. Hopladık zıpladık. Bir sene sonra, o mutlu geceyi yaşadığımız evin, içindeki muhteşem klasik muzik plak koleksiyonuyla birlikte yanıp kül olduğunu üzülerek öğrendik…

Haight
Aynı gece daha sonra Haight denen San Francisco standartlarına göre bile liberal insanların mahallesine gittik. Camlarda zaten San Francisco’nun her tarafından görülen geylere destek verenlerin astıkları gökkuşağı bayrakları iyice arttı. San Francisco’nun başka bir özelliği ise Amerika’nın gey (Medya Türkçesi meali: cinsel tercihini özgürce kullananlar) başkenti olması. Eyes Wide Shut filminde gece New York sokaklarinda yürürken şık, temiz kıyafetli ve yakışıklı haliyle gey stereotipine uyan Tom Cruise’a müptezel gençler “Defol San Francisco’ya git!” diye bağırırlar.

Haight Ashbury

Biraz Eski Bir Resim Ama Haight Kafası Bu (Photo From: sanfranciscophotoblog.com)

Çok güzel ikinci el kıyafet dükkânları (20 dolara aldigim ceketi 2013 yılında hala giyerim), müzik dükkânları ve sokaklarda etnik müzik çalan sokak çalgıcıları gördük. Duyduğuma göre daha sonraları Haight Caddesi’ne bir adet Gap, bir adet de Ben & Jerry’s dondurmacısı açılmış. Amerika’nın her şehrinin birbirine benzemesini anlatan *Generica* tabiri San Francisco’yu da içine almaya başladı demek.

Ertesi gün, sabah erkenden uğruna birçok film çekilen meşhur Alcatraz adasındaki hapishaneyi gezmeye gidecektik. Günlerin yorgunluğu yüzünden erken kalkamadım ve o geziyi kaçırdım. Ama erkenciler aday gezerlerken ben ve diğer uykudaşlarım, adaya giden teknelerin kalktığı iskeleyi gezdik (Pier bilmem kaç ve Fisherman’s Wharf).

Pulp Fiction

Bkz: John Travolta (Photo From: stephentkennedy.blogspot.com)

Amerika’daki bütün üniversitelerin tişörtlerini satan bir dükkândan kendime ve bizle gelemeyen ve en önemli özelliği Pulp Fiction’ın bütün sahnelerini ezbere bilmek olan Hüseyin’e Pulp Fiction’da John Travolta’nın zenci çocuğun beynini yanlışlıkla dağıttıktan sonra temiz kıyafet olarak giydiği (University of California, Santa Cruz, Banana Slugs) tişörtünü aldım. Üzerinde okulun maskotu olan, gözlüklü, Eflatun okuyan sülüğün resmi vardı. Diğer tişörtler 15 dolarken, benimki filmde ünlendiği için 20 dolara satılıyordu.

Daha sonra Alcatrazcılar döndüler ve güzel bir balık yedik. Dönüşte Lombard Street’ten geçtik. Meşhur Lombard Street yılan gibi kıvrılarak tepeden aşağıya inen tek yönlü tek şeritli bir sokak ve dörtbir tarafi çiçeklerle kaplı. Yolda araba kullanmak çiçek tarlasında gitmek gibiydi. Arkasından San Francisco Park’ına gidip kayığa ve Laurel Hardy filmlerinden tanıdığımız çift kişilik bisikletlere bindik.

Lombard Street

Lombard Street (Photo From: www.visitingdc.com)

Şehirde amaçsız bir şekilde gezinirken bir hediyelik eşya dükkânına girdik. Kendi aramızda Türkçe konuşurken dükkân sahibi amca nereli olduğumuzu sordu. Nedense ¨Malta’lıyız¨ diyeceğim tuttu. Adam inanmamış olacak ki, beni Malta hakkında imtihan etti. Malta’nın belli başlı milli gelir kaynakları nelerdir sorusunu turizm ve balıkçılık diye geçiştirdim. Tarihiyle ilgili soruyu Rodos Şövalyeleri diye cevaplandırdım. Konuştuğunuz dil Türkçeye benziyor deyince ise “Malta dilinde bol Arapça kelime vardır, sanırım Türkçe’de de var, ondandır,” dedim. “Peki Malta dilinin kökeni nedir?” diye sorunca, Arapça ile ayni dil kolundan geldiğini ama yıllarca İtalyanlarla olan yakın ilişkiler sayesinde İtalyancadan etkilenmiş olduğunu söyledim. Bütün cevaplarıma rağmen amca tatmin olmamıştı. Meğer İsrailliymiş ve kulağı Türkçeye aşinaymış, ondan soruyormuş. Ben o kadar uğraştıktan sonra inatla Türk olduğumu itiraf etmedim.

Bir gece San Francisco’nun Mecidiyeköy’ü diyebileceğimiz tuhaf bir yere gittik. Bir iş hanının giriş katındaki bar, aksamları bina girişindeki avluyu da bünyesine katıp yarı açık yarı kapalı bir eğlence müzikholü haline geliyor (ismi: Sol y Luna). Dışarıda California’nın Güney Amerikalı gençliğine hitaben Latin müziği, içeride ise dans müziği çalıyordu. Kapıdaki goril Makedon çıktı ve o zaman Efes Pilsen’de oynayan basketbolcu Petar Naumoski hakkında konuştuk.

Ertesi gün Amerikan komünizminin kalesi ve 69 kuşağının protestolarının başlangıç merkezi olan Berkeley’e gittik. University of California çevresinde gezindik. San Francisco gibi muhteşem bir şehre 20 dakika mesafede okula gitmek ne güzel olsa gerek, diye düşündük. Dönüşte Golden Gate Köprüsünün yanında durup nefis körfez manzarasına baktık.

Golden Gate

Golden Gate Köprüsü (Photo From: en.wikipedia.org)

Perşembe akşamı artık dönme zamanımız gelmişti. Şoförlerden birisi bir şirketle mülakat yapacağı için San Francisco’da kaldı ve 4 şoföre düştük. Bunun üzerine gelişteki gibi bütün yolu hiç durmadan gidemeyeceğimize karar verdik ve cuma gecesi Amerika’nın tahıl ambarı Des Moines, Iowa’da bir gece yatmak üzere yola koyulduk.

Sabaha karşı, Salt Lake City’ye yaklaştığımızda direksiyon bendeydi. Şehre adını veren tuz gölünün yanında bizim Tuz Gölü arka bahçede bir gölet gibi kalır. Tuz Gölü’nün kenarları yol kenarına kadar tuzluydu. Yol ise dümdüz ve bomboştu.

Salt Lake City
Kahvaltı saatinde Mormonların şehri Salt Lake City’ye vardık. Önce sabah sabah bir şehir turu yaptık. Temple Meydanında sanki 500 yıl önce yapılmış gibi duran ama muhtemelen 100 yıl önce yapılmış kocaman bir gotik kilise vardı. Şehir tertemizdi. Gözüm etrafta siyah kıyafetli Mormonları arıyordu lakin bulamıyordum. Merakımı gidermek için cesaretimi toplayıp kahvaltı için durduğumuz yerde insanlara sormaya karar verdim. Kemal Sunal filmlerindeki Almancılar gibi yeşil takım elbise ve yeşil tüylü şapka takmış bir amcanın yanına çekinerek gittim. Vaziyeti açıkladım, dedim ki, ben turistim, çocukken okuduğum kitaplarda siyah kıyafetli, siyah şapkalı, yanlarında uzun saçlı, uzun basma elbiseli karıları olan adamlar vardı, bu adamlar neredeler? Neden burada hiç Mormon yok? Yoksa kalmadılar mi? Amca kızdı, “Mormonlar da senin benim gibi insanlardır.” “Muhakkak amca, ama neden burada değiller?” “Ben bilemem. Etrafındaki herkes Mormon olabilir.” “Peki,” dedim ve kalktım.

İkinci sefer, gazetesini okuyan kalın hipermetrop gözlüklü, kısa saçlı bir teyzenin yanına gittim. Ona da durumu açıkladım. Benimle konuşurken ellerini beline dayayıp ileri geri sallanması biraz korkutucuydu ama, “Ben Mormon olabilirim,” dedi. “Peki neden o zaman öyle giyinmiyorsun?” diye soramadım. Çok sinirli bir hali vardı.Ama ümidimi kaybetmedim.

Benzin almak için durduğumuz zaman oradaki kadına da aynı soruları sordum. Sonunda konuşkan birisine rastlamıştım. Benzincideki kadın önce Mormonların ne kadar ikiyüzlü insanlar olduklarını anlattı: hem alkol ve kahve içmezlermiş, hem de alkol ve kahve yapıp satarlarmış. Dünyanın en zengin mezhebiymiş. Yasaklanmasına rağmen, hala gizli gizli birden fazla kadınla evlenirlermiş. Kızlarını evden çıkartmazlarmış. Benim Red Kit’te gördüğüm siyah kıyafetleri ise 1800’lu yılların sonunda yasaklanmış. Böylece özgürlükler ülkesi Amerika’da da böyle yasaklar olduğunu öğrenmiş olduk. Kendisi onları hiç sevmezmiş (söylemesine gerek yoktu). Patronu Mormonmuş ve buna hakkını vermiyormuş (sorun anlaşılmıştı).

Mormon Temple

Mormon Kilisesi, Salt Lake City (Photo: Huffingtonpost.com)

Bu olaydan bir sene sonra soğuk bir Cumartesi sabahı kapımız çalındı. Dağınık saçlarım, paçalı donum ve tişörtümle uyku sersemi, kapıyı açtım. Baktım sabah sabah takım elbiseleriyle gelmiş iki delikanlı, Mormon misyonerleriymiş. Nasılsa uyandık, bari bir şeyler öğrenelim diye “Anlatınız o zaman,” dedim. Başladılar anlatmaya: Daha İsa’dan önce Amerika’da dinleri kurulmuş, İsa’nın geleceğini de biliyorlarmış zaten. Fakat sonra kitaplarını Upstate New York’ta bir araziye gömüp yok olmuşlar. Yıllar sonra adamın birisi gece rüyasında gördüğü yeri “Aha burası” deyip kazmış ve kitabi çıkartıp dini tekrar kurmuş. Diğer Hristiyanlar tarafından dışlanmışlar ve baskılara dayanamaz olunca batıya göçmeye karar vermişler ve Utah’a kadar gidip Salt Lake City’yi kurmuşlar. Şimdi de lise sonrası iki yıl misyonerlik yapan gençlerin üniversite paralarını veren bir misyonerlik organizasyonları varmış. Beni sabah sabah uyandiran şık giyimli gençler de onlarmış. Ithaca’da da bir kiliseleri varmış ve daha fazla bilgi istersem arayabilir veya şahsen gelebilirmişim. Bir tane de *Book of Mormon* bırakıp gittiler.

Yolculuğumuzun geri kalan kısmı olaysız geçti. Buğday tarlaları, sonra patates tarlaları, daha sonra Mısır tarlaları ve en son soğan tarlaları arasından geçtik. Cuma gecesi olaysız bir şekilde Des Moines, Iowa’da kaldık ve Cumartesi akşamı Ithaca’ya geldik.

Arabamız kafayı üşütmüştü, kendi kendine kapıları kilitleyip açıyordu. Yavaş yavaş herkesi evlerine bıraktık ve en son arabayı geri vermeye gittik. Yolda 30 mil hız limit olan yolda 45 mille gittiğimiz için, 11000 kilometre yol yaptığımız bütün bu yolculuktaki tek trafik cezamızı evimizin dibinde yedikten sonra kendi yataklarımızda rahat rahat uyumak üzere evlerimize ayrıldık.

New York, 2000

2 Replies to “Ithaca – California – Ithaca, 10720 km, 9 Gün”

  1. Yaaa o geziye ben de gelmek istemis ama gelememistim!!! Benim uzakdogulu tayfalarla bir miami seyahatim soz konusu olmustu. Sonra da agzimdan sular akarak hikayelerinizi dinlemis, mest olmustum. Yalniz idil’e de o gezide +100 puan vermek lazim, ne dayanikliymis- ne de olsa o arabada siz 8 erkekle gezen tek female species oydu 🙂

Yorum Yazınız / Leave a Reply