Kahire

Karım Seha bir danışmanlık projesi için, beş haftalığına Mısır’a gitti. Ben de onu ziyarete gitme bahanesiyle, bir haftasonu Kahire’yi görmüş oldum. Mısır hem gittiğim ilk eski Osmanlı vilayeti, hem de seyahatlerimde Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ilk ülke olduğu için, orada geçireceğim 48 saatin kıymetini bilip, etraflı bir program yaparak görebildiğim kadar çok şey görmeye çalıştım.

Yola çıkmadan önce çalışmayı severim. Rehber kitap olarak yanıma Let’s Go Egypt ve DK Eyewitness Travel Guides Egypt’ı almıştım. Zaman kısıtlıysa ikincisi ideal bir kitap; zengin fotoğrafları sayesinde nereye gidip gitmeyeceğinize karar vermenizi kolaylaştırıyor, binalarin çizimleri sayesinde yolunuzu bulmak da kolay. Hatta eski Kahire’deki bazı mahalleleri olduğu gibi çizmişler, çizime bakarak yolunuzu bulabiliyorsunuz. Ancak daha detaylı bilgi peşindeyseniz bu kitap yetersiz. Let’s Go Egypt ise laubali esprilerle dolu olduğu için sinir bozucu geldi. Aslında onun yerine Rough Guide Egypt tercih edilebilirdi. Genelde en kapsamlı ve en doğru bilgiler Rough Guide veya Lonely Planet’in kitaplarında bulunuyor diye düşünüyorum, naçizane.

Seha’nın otelinin (Giza’daki Four Seasons) yanında Amerikan usulü bir AVM var. Buradaki kitapçının sahibi Türkçe bilen bir Mısırlı abimiz. İstanbul Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı okumaya başlamış, fakat ağır geldiği için üçüncü sınıfta bırakıp Almanya’ya gitmiş ve orada kütüphanecilik bölümünü bitirmiş. Eğer kitap alacaksanız bir uğramanızda ve gelip bu gayet şeker adamı görmenizde fayda var.

Kahire
Kahire’de ilk dikkatimi çeken şey, dünyanın en önemli turist çekim merkezlerinden biri, üstelik de eski bir İngiliz sömürgesi olan Mısır’da sandığımdan daha az insanın İngilizce bilmesiydi. Bu gibi durumlarda hep yaptığım gibi, anlaşmak icin Türkçe konusmayi tercih ettim. Herkese tavsiye ederim: İngilizce bilmeyen bir Mısırlı’yla konuşurken, Türkçe kelimeler kullanmak anlaşılma olasılığını adamakıllı artırıyor. Arapça ve Türkçe arasında ortak kelimeler olduğunu kuşkusuz biliyordum. Ama yine de, hem Arapça’dan hem Farsça’dan nemalanmış, üstüne bir de günümüz argosunun “olabilite” cinsinden kelimelerini Arapça-Farsça-Türkçe-Fransızca ve şimdi İngilizce karıştırarak yaratmış dilimizde neyin nereden geldiğini insan tam olarak bilemiyor.

Mesela üstümü arayan adam cüzdanıma tuhaf tuhaf bakınca, “cüzdaan” demek “wallet” demekten daha çok işe yarayabiliyor. Veya bir lokantaya oturup Türkçe çorba, kebap, sade kahve falan isteyebilirsiniz. Gerçi tipimize bakıp “Nasılsa turist, ne dese anlayamam” diye düşünüp anlamamakta direnen ve gülümseyen Ali Müfit Gürtuna suratları yapanlar da var, ama yine de Mısır’da Lingua Franca olarak Türkçe İngilizce’den daha faydalı.

Zamanında Hıncal Uluç “Bizim insanımızın turistler karşısındaki pratik zekâsı hiçbir yerde yok,” demişti. Mısırlıları görünce, kendisine hak vermemek mümkün değil. Bizde hiçbir ortak dil olmasa bile, bir şekilde turiste yardımcı olunur, mal satılır, işi görülür. Mesela (Türk) kahvemi orta şekerli istiyorum, “Kahawa mazbut” demem gerekiyor ama ‘mazbuut‘ diye “u”sunu bir güzel uzatarak söylemezsem etrafımız bir kez daha çeşitli renk ve ebatlarda Ali Müfit Gürtuna suratlarıyla doluyor!

Mısır’a Giriş Kabul etmek gerekir ki Mısırlılar çalışmaya çok düşkün insanlar değiller. Görmek isteyeceğiniz turistik yerler 16:00 gibi kapanıyor. Seha’nın çalıştığı banka hafta içi 08:00’den 15:30′a kadar çalışıyor. Ramazan’da ise zaten pek çalışmıyorlar (10:00’dan 14:00’e kadar göstermelik işbaşı var). Ve tabii, İstanbul’daki Mısır konsolosluğu da çok farklı değil. Mısır vizesi almak başlıbaşına bir işkence. Bütün evrakınız tamamsa bile iki hafta sürüyor. Sağolsun Seha’nın müşterisi bir davet mektubu yazdı da benimkini hızlandırabildik.

Vizeyi aldım, uçaktan indim (ki uçak saatleri pek sevimsiz, THY gidis gece 22:00′de Kahire’ye gece yarisinda sonra variyor. Dönüş ise sabah 3:30′da kalkip Istanbul’a 5:45′te varıyor). Yorgun inilen Kahire Havaalanı muazzam bir keşmekeş içinde. Etrafta neden orada olduğu belirsiz birçok insan var, mesela karşılamaya gelen insanların bir kısmı pasaport öncesine geçmiş, ellerinde bekledikleri kişinin ismi yazılı kâğıtlar, apronda İsviçreli futbolcuları bekleyen Türk taraftarlar gibi bekliyorlar!

Benim ise bir karşılayanım bile olmadığı için tek başıma pasaport kuyruğuna girdim. Önümde yedi kişilik bir Fransız ailesi vardı. Memur Bey onların işini güler yüzle bir güzel gördükten sonra sıra bana geldi. Pasaportuma, vizeme, davet mektubuma uzun uzun baktı ve pasaportumu kenara ayırıp “1 dakika” kenarda beklememi rica etti.  Tam da burada rehber kitaptan alıntı yapmak istiyorum: “Mısır’da zamanı anlatmak icin ‘IBM’ denilir: İ=İnsallah, B=Bokra (yarın, 2 gün sonra, 2 hafta sonra veya asla anlamına gelebilir), M=Maalesh (Boşver).”

Benim durumum da, diğer Türk yolcularla birlikte, böyle bir şey oldu. Uçaktaki Türk yolcular olarak bir köşede bekleyedurduk, o 1 dakika ise 55 dakika oldu. Hatta, normalde ellerini kollarını sallayarak geçmeleri beklenecek Fly Air’in mürettebatı da aramızdaydı. Bir de 3 günlük sakallı, uzun boylu bir abi vardı (ki kendisi El-Ezher Üniversitesi mezunu, İstanbul Belediyesi’nde çalışan, Arapça’ya hâkim bir abi idi). Kendisini ev sahibi gibi hissettiğinden olacak, bizleri erkenden çıkarabilmek için epeyce uğraştı, lakin bir muvaffakiyet sağlayamadı.

Sonunda pasaport kontrolünden çıktım (Allahtan bir saatten fazla beni bekleyen bavullar yerindeydi; rehber kitapların dediğine bakılırsa Mısır’da polislik olay pek olmazmış). İlk iş, Seha’nın tavsiye ettiği taksi servisiyle pazarlık ettim, eski model bir station Peugeot’ya bindim ve (ne işe yarayacaksa) havaalanı çıkışında turist polisine adımı da yazdırarak havaalanından kent yoluna düştüm. Sıcaklık Kasım ortasında 30 dereceydi ama İstanbul’da kışın kaloriferler yanınca zühur eden hava kirliliğinin sebep olduğu o kara bulut bütün haftasonu boyunca tepemizden eksik olmadı.

Piramitler
Kahire’de görmek istediğim çok şey vardı ama öncelik tabii ki piramitlerin olacaktı. Otelin önünden bir taksiye atladık. Bildiğimiz büyük piramitler (hani şu uzaylıların yaptıkları iddia olunan) ve Hopdediks’in (Asteriks ve Kleopatra macerasında) burnunu kırdığı Sfenks, Kahire’nin yarım saat kadar uzağındaki Giza’dalar. Hatta Seha’nın iddiasına göre, hava kirliliği olmasa büyük piramit Keops bizim otelden de görülebiliyormuş.

Piramitler

Hopdediks’in Burnunu Kırdığı Sfenks ve Arkasında Piramitler

Taksi şoförüyle anlaşamıyorduk ama “Musiki Arabi” deyince hemen radyodan bir göbek havası açtı. Bizim göbek havaları ve arabeskin içine sokuşturulan elektronik sesler olmadığı için Mısır müziği insanın içini kıpırdatan gerçekten de güzel bir müzik. Bizim arabesk diye bildiğimiz türün bağır yakan hüznü de ¨Arap¨ değil aslında, bize özgü basbayağı ¨Türk¨ bir şey.

Piramitlere yaklaşınca şoför bey bize bir şeyler söyleyip ara sokaklara girdi. Biz saf saf “Herhalde daha kestirme bir yol” falan diye düşündük. Meğer bizim gibi enayi turistler için başka bir tezgâh kurulurmuş: Taksimiz durdu ve bir amca bindi. Hemen bize dönüp İngilizce atlarının ve develerinin çok ucuz olduğunu, bizi piramitlerin etrafında gezdireceğini söyledi. Bineksiz yapamazmışız, 15 km yol yürümemiz gerekirmiş. Daha önce piramitlere gelmişliği olan Seha adamın uydurduğunu söyledi. Ben de kibarca inmesini söyledim. Ama amca, İngilizceye hâkim olduğu kadar inatçıydı da. Konuştukça konuşuyordu. Sonunda benim tepem attı. Söylediğimi şoföre de tercüme etmesini rica ederek, eğer taksiye kendisi gibi bir kişi daha binerse şoförün parasını vermeyeceğimizi söyledim. Bunun üzerine amca şoföre hızlıca bir şeyler söyleyip memnuniyetsiz bir ifadeyle taksiden indi.

Ardından şoför bize bir şeyler söyledi ve normal yola geri döndük. Yol boyu birtakım adamlar arabayı durdurmaya çalıştılarsa da şoförümüz kahramanca ve bazen – galiba – küfürlerle hepsini bertaraf etti. Hedefimize ulaşmamıza çok az kala bir adam aniden arabanın önüne atladı. Şoför son anda frene asıldı, çarpmaya az kala araba durdu. Ve herkesin şaşkınlığından yararlanan zeki satıcı çevik ve ahlaksız bir şekilde şoförün yanındaki kapıyı açıp ön koltuğa yerleşti. Bereket cengâver şoförümüz bizim tarafımızdaydı artık, onu da kovaladı. İnmek zorunda kalan adam elini kolunu sallayarak bize ve şoföre –sanırım ana avrat – küfretti.

Hedefe varınca bilet kuyruğuna girdim. Cumartesi olduğu için tatilde olan ilkokul öğrencileri el sallayıp “Hello” dediler, biz de onlara “Hello” dedik. Biletimi almak için sırada, askerde kantin sırasındaymışçasına mücadele ederken yine bir adam “yardımcı olmaya” başladı. Şu kadar vereceksin, şuraya gideceksin, falan filan… Biletleri aldıktan sonra hemen açıklamaya başladı: Kendisi rehbermiş, bir arkadaşının da deve ve atları varmış. Fiyatları çok iyiymiş. 15 km yol yürümek gerekirmiş, at yada deve şartmış… Teşekkür ettim,çok üstelemedi de sonunda piramitlere varabildik.

Meseleyi bir perspektife oturtmak için, piramitlerin aşağı yukarı M.Ö. 2500 yıllarında yapıldıklarını bilmekte fayda var. Büyük piramit 19. yüzyıla kadar dünyanın en büyük binasıymış (kenarları 250 metre, yüksekliği şu anda orijinal halinden 6 metre kısalıp olmus 137 metre). Taşların her biri minimum 2,5 ton, alttaki büyük olanlar 15 tona kadar çıkıyor. Keops piramitinin yanına gidince cüssesinin devasalığını daha iyi anladım. Gitmeden önce gözümde büyütülen New York’taki Özgürlük Heykeli’nin aksine, nedense piramitleri daha küçük düşünmüştüm.

Vaktimiz dar olduğu için piramitlerin etraflarını gezmekle yetindik, ben asıl şehri görmek istiyordum – Seha da bu arada, piramitlerin içlerinde görecek fazla bir şey olmadığını söyledi. Ardından Sfenks’e gittik. Onun yanındaki mezarların içine girdik. Mezarlarda, Mısır Müzesi’nde çok daha iyilerini göreceğimiz birkaç hiyeroglifin dışında bir şey yoktu.

Bütün bu geziler sırasında at ve deve üstünde gelen abiler nereli olduğumuzu sorup en ucuz deve ve at gezilerini vaat ediyorlardı. Olmazsa 5 Pound’a fotoğraf da çekebileceğimizi eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Bir ara, girişte gördüğümüz ilkokul çocukları geldiler. Birkaç tanesi çatpat İngilizce biliyordu, onlar da fotoğraf çekelim diye tutturdular. Bu sefer ben 3 Pound istemeye başladım. Bir süre sonra çocukları yanlış anladığımı farkettim. Sadece turistlerle fotoğraf çektirmek istiyorlardı. Bunun üzerine küçük bir grupla birlikte fotoğraf çektirdik. Biz onların, onlar da bizim isimlerimizi öğrendiler; onlar Hasan Şaş falan deyince biz de Ahmet Hassan (o zamanlar Gençlerbirliği’nde oynayan Mısır’lı futbolcu) dedik. Sonra taksicimizi tekrar bulduk ve bu sefer kaleye (Al-Qalaa veya The Citadel) gitmek istediğimizi söyledik.

Kale ve Civarı

Şehre tepeden bakan kaleyi zamanında Selahattin Eyyubi yaptırmış (kitapta kendisinin Kürt olduğu iddia ediliyor). Daha sonra, Mısırlıların Meahem’med Ali dedikleri, modern Mısır’ın kurucusu sayılan Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve onun soyundan gelen diğer hidivler eklemeler yaptırmışlar. Hatta Mehmed Ali Paşa Camii İstanbul’daki camilerden esinlenilerek yapılmış, oldukça tanıdık bir görüntüsü var. Fakat bir İstanbul camii kadar etkileyici olmamış dersem lütfen ukalalık saymayınız. Kalenin çok güzel bir şehir manzarası var derler ama biz hava kirliliği yüzünden bir şey anlamadık.

İstanbul Stilinde Mehmet Ali Camii

Qasr Al-Gawhara’nın (Cevhere Sarayı olarak da biliniyor) içinde küçük bir müzede Mehmed Ali Paşa’nın temsilî meclisi var. Modern Mısır’ın kurucusu sayılan Mehmed Ali Paşa buradaki ana kabul odasında Memluk önde gelenlerinden beş yüz kişilik bir heyete güzel bir ziyafet çektikten sonra hepsini bir güzel boğazlatmış ve etrafta kendine rakip bırakmamış.

Kaleden, Mehmed Ali Paşa Camii’nden aşağıya doğru bakarken bizim bildiğimiz Ayasofya kubbeli, kalem minareli camilere hiç benzemeyen çok güzel bir cami gördük. Sultan Hasan Camii imiş. Kaleden çıktık, bütün taksici ve dolmuşçuları atlatıp kısa bir yürüyüşle camiye ulaştık. Yolda, bir kahvede nargile içen adam ordusunun en fırlamasının karıma bakarak ‘Allahü ekber Allahü ekber’ deyişini erkeklik gururumu ayaklar altına almak pahasına duymamazlıktan geldim.

Sultan Hasan Camii çok hoşuma gitti. Binanın dışındaki ince taş süslemeleri ve birkaç katlı, köşeli minare Memluk mimarisine özgüymüş. İçeride de, büyük bir avlunun etrafina yerleşmiş dört geniş mekân dört ana Sünni mezhebini temsil edermiş. Biz oradayken içeride de bir nevi dinî video klip çekimi yapılıyordu: Molla kılıklı bir amca oturduğu yerden sakin sakin şarkısını (veya ilahisini) söylüyordu. Biz de mihraba bakalım derken çekimi bozmuşuz meğer, kibarca uyardılar.

Sultan Hasan Camii

Caminin tam karşısındada buna çok benzeyen bir cami daha var ama bu 450 yıl sonra yapılmış.  Cami’nin hamisi dejenere genç Hidiv İsmail’in annesi imiş ve içinde Şah Rıza Pehlevi’nin ve son Kral Faruk’un mezarları da var.  Camiyi bize gezdiren çocuk Türk olduğumuzu duyunca “Yavaş yavaş Hasan Şaş” dedi.  Mısır’da Türk olduğunuzu anlayanlar hep bunu söylüyorlar.  Ne anlama geldiğini anlayamadık ama “yavaş yavaş” Mısır’da gençlerin argosunda kullanılırmış (Han el-Halili, Sikket el-Badistan sokağındaki turistik lokantanın garsonunun yalancısıyım).

Sultan Hasan, Kahire

Sultan Hasan Camii, Dışarıdan

Buradan çıkınca İbni Tulun Camii’ne gittik (taksiyle 3 Pound, az verdiğinizi iddia eden taksici ile kavga, paha biçilmez).  Burası benim gördüğüm en eski camiydi (M.S. 879). Etrafı kale gibi hendekle çevrili ama içinde su yok; içeride de kocaman bir avlu var.  Camiinin kapalı kısımları restore edilmekte olduğu için neyin ne olduğunu pek anlayamadık, zaten geç kaldığımız için caminin yanındaki Gayer-Anderson Müzesi de kapanmıştı maalesef.  İbni Tulun Camii’nin yükseldikçe incelen minaresi Fatımî üslûbuna ait (bu aralar Körfez Savaşı yüzünden haberlerde hep duydugumuz Bagdat’in kuzeyindeki Samarra’da bir camiden ‘esinlenilmis’) ama bu minare Memlukların mimari inceliğinden de bizim minarelerin sadeliğinden de çok uzak. Buradaki enteresan anekdot ise, ayakkabı çıkarttırmak yerine bezden yapılma galoşlar giydirmeleri; zira bu galoşlar ayakkabılardan daha pis görünüyorlar.  Restorasyon nedeniyle her tarafı toz toprak olmuş camide bez galoşlarımızla dolaşmak ilginçti.

Samarra’daki Meşhur Camii’den ‘Esinlenilmiş’ İbn Tulun Camii

Müslüman Kahire Memlukların ve Fatımîlerin zamanında şehir, bugün “Müsluman Kahire” olarak bilinen bölgeye taşınmış. Buraların alamet-i farikası küçük dar sokakları ve bizim İstanbul’dakinden bile karmaşık ve biraz daha küçük kapalıçarşısı.

Kapalıçarsı rehber kitaplarda çok ilgi çekici bir yer olarak anlatılmakla birlikte, biz Türkler için fazla bir ilginçliği yok. Çarşıda satılan şeylerin hepsi zaten Türkiye’de satılıyor. Bir tek papirüsler ve Tutankamon’un maskesinin replikaları falan değişik. Gene kitaplarda dünyanın 8. harikasi mertebesinde pazarlanan Fishawi’nin kahvesi hoş, tarihî ve ucuz ama Türk turistler için çok ilginç değil. Tabii gezmekten yorulanlar için oturup bir nane çayı veya elmali nargile içmek gayet hoş olabilir.

Bu civarda Hüseyin Meydanı’na (Midan Hussein) geldiğinizde bir yanda El-Ezher Üniversitesi’nin camisini, öbür yanda ise Sayidna el-Hüseyin Camii’ni göreceksiniz. Sayidna el-Hüseyin, Mısır’daki en önemli cami. Hüsnü Mübarek bayram namazlarını kılmaya buraya gelirmiş. Ama burayı önemli hale getiren bu değil esasen, içindeki türbede Hz. Muhammed’in torunlarından Hz. Hüseyin’in kafasının bulunduğuna inanılması. Bu nedenle cami o kadar önemseniyor ki, Müsluman olmayanları içeri sokmuyorlar. Ben ise ayakkabılarımı elime alıp içeri daldım.

İçeri girerken kapıdaki ayakkabı alıcısı amca elleriyle “ver ver” hareketi yaptı. Ben de kafamla “olmaz olmaz” hareketi yaptım. Ama aynı esnada, caminin bir köşesinden beni gösterip “O kâfir şuradan şuraya gidemez, durdurun!” jestleriyle yerinde zıplayıp duran abi de gözümden kaçmadı. Ortalığı velveleye vermemek için hızla içerideki mümin kalabılığın arasında kendimi kaybettirmeyi başardım. Herhalde içeri turistler giremediği için olacak, bizim gittiğimiz günkü gibi sıcak günlerde, müminler camiyi dönen pervanelerin altında serin serin uyuklamak için kullanıyorlar. Hatta hayatlarını bir sonraki namazı bekleyerek geçiren müminlerin bazıları, çocuklarını da kucaklarına yatırmışlar, ayakkabılarını tabanları birbirine değecek şekilde yanlarıda duruyor.

Mihrabın yanındaki gümüş kaplama büyük kapının ardında bir birtakım hareketler dikkatimi çekti: içeri girenler kapıyı öpüyor, öyle ki, caminin sessizliğinde öpücükler mekânda yankılanıyor. Ben de tam olay mahalline varıyordum ki, adamın biri beni omuzumdan yakalayıp, Hagi’nin hakem Erol Ersoy’u çevirdiği gibi cebren kendine çevirdi.

Dönünce karşımdaki “O kâfir surdan suraya gidemez, durdurun!” diye zıplayan abi çıktı. Kafasında takkesi, uzun sakalları, sadeliği temsilen düz bir entarisi vardı. Tepeden tırnağa turist gibi görünen bendenizi dövecek gibi baktı. Anlık göz temasımızın ardından döver gibi sordu: “Muslim?” O korkuyla yıldızlı pekiyi alacak “Elhamdülillah!” cevabını veremedim. Onun yerine ağzımdan cılız bir “Yes” çıktı. Bu “Yes”in ikna edici bir tarafı yoktu. Kulağa hayli tehditkâr gelen tek hecelik bir cevap verdi: “Kitr!” İspatlamamı istiyor herhalde, diye düşündüm. Açıp sünnetimi gösterme seçeneği de söz konusu değildi, dolayısıyla ezberim teklemesin diye son sürat bir “kuluvallahuahadallahussamed lemyelidvelemyuled velemyekun lahukufuvenaahad”çektim.

Tekrar göz göze geldiğimizde özgüvenim yerine gelmişti. Bu defa ben sordum: “Good?” (Dublaj Türkçesiyle söylecek olursak: “Tamam mı dostum?”). O da tasdik etti, bereket: “Good!” (“Peeeki dostum,”) ve yolum açıldı.

Türbenin etrafinıda dolaştım. Burada, herkesin sessiz sedasız dua etmesine bakılırsa ulvi bir sükûnun hüküm sürmesi gerekirken, sarıklı bir adam, siyah cübbesi ve yeşil cihad bayrağıyla bir şeyler bağırıyordu. Ama kendisine pek ilgi gösteren yoktu.

Duasını bitiren bir abiye yaklaştım. Parmağımla türbeyi göstererek “Hüseyin?” diye sordum. Adam beni yukarıdan aşağıya süzdü, içinden, “Bu da nereden girmiş içeri?” der gibi bir hali vardı. Ama onun yerine “Evet, sen nerelisin?” dedi. Türk olduğumu söyleyince “Haaa şimdi anlaşıldı” anlamında kafasını salladı.

Sayidna el-Hüseyin Camii’nden çıkıp El-Ezher Üniversitesi’nin camisine gittik. El-Ezher Üniversitesi’ni 972 yılında Şiî Fatımîler kurmuşlar. En belirgin özelliği, dünyanın (bugün hâlâ faal olan) en eski üniversitesi olması. Önceleri tıpkı Bologna Üniversitesi (bkz. www.sarapci.com Bologna yazısı) gibi sadece dinî eğitim verirken bugün tıp ve mühendislik dahil akla gelebilecek her konuda fakülteler kurulmuş. 90.000 öğrencisi var! Üniversite Fransız işgali sırasında bir süre kapanmış ama ardından, Kavalalı Mehmed Ali Paşa zamanında tekrar eski şöhretine kavuşmuş. Paşa, El-Ezher mezunlarını Avrupa’daki burslarla gönderip Mısır’ıgeliştirmeyi hedefliyormuş.

Bugün de Sünni İslam konusunda dünyadaki en önemli okul ve kurum olmaya devam ediyor. Mesela Olimipiyatlar yüzünden Atina’nın inşa etmek zorunda olduğu yeni caminin imamı, (bkz. www.sarapci.com Atina yazısı) El-Ezher Üniversitesi mezunu olacakmış.

Meşhur El-Ezher Üniversitesinin Camisi

Camiyi görmek için içeri girdiğimiz esnada akşam namazı başlıyordu. Namaz nedeniyle kapı görevlisi beni içeri almak istemeyince, her kapıyı açan parolaya başvurup “Muslim”dedim. Bu, ekstra sınavlara tabi tutulmaksızın içeri buyur edilmeme yetti. Ayakkabılarımı dışarıda bekleyen gâvur gelin Seha’ya bırakıp içeri girdim.

Caminin kocaman bir avlusu vardi. Gecenin karanlığında, gayet güzel ışıklandırılmıştı. Sağda solda biraz dolandıktan sonra namaz kılınan bölüme girdim. Ben avare avare mihrabı incelerken birden namazın başlamasıyla, kendimi herkesin tam ortasında, ellerim kulaklarımın ardında buldum.

Etrafımdaki kalabalık hızla artıyordu. Yanımdaki adam, belli ki, alışveriş sonrası evine dönmeden önce akşam namazını orada kılmak istemiş biriydi; bir koşu yerini aldi, torbalarinı yanına bıraktı ve namazını kılmaya başladı.

Ben kendi duruşumu kollarken, gözümün ucuyla tuhaf bir hareket yaptığını fark ettim. Kafamı oynatmadan gözlerimi yuvalarında sağa yaslayarak ona doğru bakınca, çıkardığı misvakla dişini fırçalamaya başladığını gördüm. Buna bir anlam veremedim tabii, ama adam gayet doğal, eylemini sürdürdü, herkes dua ederken o hızla dişini fırçaladı. Sonra da misvakını torbasına atıp namaza devam etti!

Dışarıda Seha beni beklerken birkaç adam onu azarlamış ama bekçi, sağ olsun,“İçeride Müslüman kocası var,” diye açıklayarak tepki gösterenleri sükûnete davet etmiş.

Camiden çıktığımda hava epeyce kararmıştı. Fakat zaten az olan vaktimizi sonuna kadar kullanmak istediğimiz için bir taksiye atlayıp Hıristiyan Kahire denen bölgeye doğru yola koyulduk.
Hıristiyan Kahire Nedense Kahire’de arabalar trafikte lamba yakma gereği duymuyorlar. Dolayısıyla, çalışmayan trafik lambalarının yardımıyla karşıdan karşıya geçmeye çalışırken birdenbire hava kirliliği bulutunun içinden fırlayan bir arabayla burun buruna gelebiliyorsunuz. Bazı işlek yerlerde karşıya geçmekte ciddi sıkıntılar çektik, hatta az kaldı ezilecek bütün bir aile bile gördük. Ailenin erkekleri sinirle arabanın peşinden koştularsa da nafile…

Kahire trafiğinde bol bol Şahin ve Doğan görebilirsiniz. Teknik olarak biraz gerimizde olan Mısırlılar henüz Doğan görünümlü Şahin’i icat etmemişler. Taksiler ise benim çocukluğumdaki İstanbul taksilerini hatırlatıyor: Emniyet kemeri, taksimetre, sağ dikiz aynası yok. Ama “Paynir” müzik setleri yerinde! “Musiki” dediğiniz an bir göbek havası çalmaya başlıyor.

Biz Hıristiyan Kahire’ye geldiğimizde ortalık epey sessizdi. Güvenlik nedeniyle bu kısım zaten trafiğe kapatılmış: girişte askerler bekliyor. Yeni restore edilmiş yollardan yürüyerek Yunan Ortadoks Kilisesi’nin yanından geçtik ve meşhur “Hanging Church”e (Asma Kilise) vardık. Maalesef Yunan Ortadoks Kilisesi gibi o da kapanmıştı. Ama bütün bölgede Amerikan yardımıyla hummalı bir restorasyon devam ediyordu. Resimlerine bakılırsa gerçekten güzel bir kilise, görülmeyi hak ediyor.

Mısırlı Hıristiyanlar (Kıptîler) eskiden Rum Ortadoks Patriği’ne bağlı bir cemaatmiş, ama Vatikan’la İstanbul’un ayrılmasına benzer bir şekilde (Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu yani tanrı veya peygamberlik esvafı ile donanmış bir normal insan mı olduğu konusunda çıkan meşhur anlaşmazlık sonunda) ayrılmışlar. Şu anda Mısır’daki Hıristiyanlar genel nufusun % 5’i ilâ 10′u arasında sayılıyor.

Mısır Müzesi (Egyptian Museum)
İkinci günümüze Mısır Müzesi’yle başladık. Doğrusu benim buradan fazla bir ümidim yoktu, görülecek bir şey vardıysa da Napolyon’dan artanları da İngilizler yürütüp British Museum’a yerleştirmişlerdir, diye düşünüyordum. Meğer fena halde yanılmaktaymışım (bu geziden bir hafta sonra British Museum’un Mısır bölümünü gezme fırsatı buldum. Londra’da hiyerogliflerin çözülmesini sağlayan Reşit Taşı’ndan –Rosetta Stone– başka kayda değer bir şey yoktu).

Müze tarihle ilgili gezginlerin kaçırmaması gereken bir yer. Giriş katında Mısır’da yaşayan eski uygarlıklarla başlıyor, üst katta Mısır’daki Yunan ve Roma kalıntılarıyla bitiyor. Mısır’ın arkeolojik potansiyeline hayran kalmamak mümkün değil, bunca zenginliğin üstüne, bir de hâlâ yer bulunamadığı için sergilenemeyen bir sürü tarihî eserin mevcut olduğu söyleniyor. Ayrıca, birçok bölgede kazılar devam etmekte. Mısır’ın Amerika’dan aldığı yüklü parasal yardımların en azından bir kısmını bu kazılardan çıkacak tarihî nesnelerin insanlığa kazandırılmasına harcamasını diliyoruz.

Mısır Müzesi, Kahire

Mısır Müzesi

Mısır Müzesi’nde gördüğümüz birçok şeyi Napolyon’un Mısır’ı fethettikten sonra yanına getirttiği arkeologlardan, dilbilimcilerden, mimar ve mühendislerden oluşan grup ortaya çıkarmış. İngilizler de bunu devam ettirmişler. Buluntularin bir kısmı İngilizler ve Fransızlar arasında paylaşılmış; bu tabii kavgasız gürültüsüz olmamış. Neyse ki zamanla Mısırlılar en azından bir kısmını geri alabilmişler. Müzede yanınıza yaklaşan “vallahi cok ucuz” rehberlerle gezmeye gerek yok, İngilizce biliyorsanız bütün önemli eserlerin altındaki açıklamalar tatmin edecektir.

Müzenin en önemli bölümleri mumya odası ve Tutankamon’un odası. Mumya odasına girmek için ayrıca para ödemek gerekiyor ama buna değeceğine emin olabilirsiniz. İçeride, en haşmetlisi 2. Ramses olmak üzere 9-10 tane mumya var. Hepsi camekânlar içinde kontrollü ısı ve nemle korunuyorlar. Bazılarının saçları, birçoğunun dişleri ve tırnakları hâlâ yerlerinde. Hele 2. Ramses’in, hayattayken neye benzediğini bile anlayabilirsiniz. İnsan zamanında tanrı olarak görülen bu kişilerin cesetlerinin para karşılığında insanlara gösterildiğini görünce bir nevi suçluluk duyuyor. Bu arada,2. Ramses’in o karga burnuyla, müzenin diğer bölümlerinde sergilenen yakışıklı heykellerine hiç benzemediğini söylemeden edemeyeceğim! Antik çağların photoshop’ı da buymuş zahir.

Tutankamon’un odasında ise oldukça geniş bir koleksiyon var. Kendisi en mühim krallardan biri olmadığı halde lanetiyle ünlü, ebedi istirahatini bozanlar bir daha iflah olmamışlar. Mezarı geç bulunduğu için öteki dünyaya olan yolculuğunda yanına aldığı eşyası en az yağmalanan o olmuş. Bir resimde odanın arkeologlar buldugu zamanki hali var, kaçırmayın.

Yeni Şehir Müzeden çıktıktan sonra şehir merkezinde biraz dolaştık. Modern şehrin merkezinin, aslında Hidiv İsmail öncesinde bir bataklık olduğu söyleniyor. Paris’te tahsilini bitiren İsmail, Kahire’yi hayran kaldığı Paris’e benzetmek için şehrin bu bölgesindeki bataklığı kurutmaya ve burada bir merkez kurmaya karar vermiş. Karayla birleşen kısımlarında büyük heykeller ile geniş, süslü köprüler; civardaki tarihi binalar gerçekten de Paris’i andırıyor. Lakin İsmail hayallerini gerçekleştirmeye soyunurken ayağını yorganına göre uzatmamış, İngiltere ve Fransa’ya bol miktarda borçlanmış. Borçları geri ödeyemeyince de zaten firsatı kollayan İngiltere ve Fransa Mısır’ı ortak sömürgeleri haline getirmişler!

Tahrir Meydanı aslında uçakla gelirken de dikkatimi çekmişti. Alçaktan uçuyorduk ve önce Nil kıyısına dizilmiş Sheraton ve Hiltonları, ardından da ışıklı reklamlarıyla Picaddily Circus veya Times Square’i andıran Tahrir Meydanı’nı görmüştüm. Nedense şehirlerde ışıklı tabelalardan hoşlanan Hıncal Uluç görse Mısırlıları takdir ederdi!

Mısır Müzesi’nin etrafındaki caddelerde ileri geri yürürken 50 yaşlarında bir amca musallat oldu. “Ne iş yaparsın, kimsin, dur yardımcı olayım,” falan derken tanıdık replik geldi “Kuzenimin dükkânında ucuz parfümler var, bir bakın isterseniz!” Kaçarcasına uzaklaştık.

Kahire’nin bu kısmındaki sokaklarda Türkiye’yi andıran bir şeyler vardı ama ne olduğunu çıkaramadım. Bir görüntü değildi, insanlar değildi, belki kokular, belki geçmiste kalmış, şimdi eskiyip dökülmeye başlamış bir zenginlik…

Kebap yemek ve dinlenmek üzere ara verdik. Alfi Bey Lokantası fena değildi. İçine karanfil konmuş Türk kahvesini ilk kez orada içtim. Sade kahve sevenlere tatlı gelebilir ama ben sevdim.
Nil’in kenarına geri döndük ve otelimize doğru (güneye) yürümeye başladık. Nehir kenarında Beşiktaş-Üsküdar motorları gibi sıra sıra tekneler vardı. Çığırtkanları da yoldan geçenleri teknelere bindirmeye çalışıyorlardı.

Seha’nın canı romantik bir Nil gezisi yapmak istedi, teknelerden biriyle pazarlığa giriştik. Elimizdeki kitapta, felucca denen bu üçgen yelkenli teknelerle Nil üstünde 3000 yıldır gidilip gelindiği anlatılıyordu. Gerçi teknenin yelkeni, üstündeki Samsung Mobile Phones reklamıyla bizi 3000 yıllık bir maziye götürecek gibi görünmüyordu ama yine de adet yerini bulsun diye bindik. Tamamı on dakika süren yolculuğumuzda Seha’nın her zamanki gibi uyuması da “romantizm” vaat etmiyordu ama gene de hoştu. Eğer hava kirliliğine itirazınız yoksa, nehirde bir tekne gezisi tavsiye ederim, sakinleştirici bir etkisi var.

Tekneler, Kahire

Nil Nehrinde Tekneler

Bizim gezimiz esnasında kaptanımız Halit bana durmadan “Bahşiiiş, bahşiiiiş” dedi. Ben de “Ya sabır, ya sabır” çektim durdum. Sürekli rahatsız edilmek tepemi o kadar attırdı ki inerken vereceğim bahşişi de vermeyecektim ama sonra olayın parçası diye düşünüp elimi cebime attım.

Bir taraftan da, Nil Nehri’nin bu kadar sessiz ve sakin olmasına şaşırdım. Mısır demek Nil demek; Mısır nüfusunun çoğunluğu bu nehrin etrafında yaşıyor, ticareti büyük ölçüde burada dönüyorsa, koca nehir nasıl bu kadar ıssız oluyor, anlayamadım doğrusu.

Garden City
Nehir gezimiz bitince (elbette bahşişimizi de verdikten sonra) aşağıya doğru yürümeye devam ettik. Öncelikle “Garden City” olarak bilinen mahalleden geçtik. Burası zamanında kendilerini vatanlarından uzakta hisseden İngilizlerin kurduğu bir mahalle. Afrika’nın sıcağında, “Saat beş çaylarını” ihmal etmeyen İngilizler Kahire’nin toz toprağından kaçmak için kendi bölgelerini inşa etmişler, adına da Garden City (Bahçeşehir işte) demişler.

İngiliz taşrasına benzesin diye sokaklarini bilhassa yamuk yumuk yapmışlar, her tarafina ağaçlar (ama mecburen çınar yerine mango, kauçuk ve palmiyeler) ekmişler, İngiliz tipi sokak lambaları koymuşlar. Sevimli bir yer olmuş burası. Bugün önemli büyükelçiliklerin birçoğu bu bölgede bulunuyor, ayrıca Kahireli zenginlerin de uğrak yerlerinden biri. İnsan Garden City’deyken Kahire’de olduğunu unutabilir, öyle bir tezat söz konusu. Tabii, “Unutacaksam bu kadar yolu neden geldim”de diyebilirsiniz, ama Kahire’de Kahire’den kaçmak da fena olmuyor.

Osmanlı ve Mısır
Benim Mısırlılarla şahsen tecrübe edecek kadar çok muhabbete girme fırsatım olmadı, Seha’nın yalancısıyım: özellikle beyaz yakalı orta sınıf Mısırlıların biz Türklerle bir aşk-nefret ilişkileri varmış. Bir taraftan, Osmanlı etkisinde veya himayesinde kalmış bütün diğer Araplar gibi Türkleri geri kalmışlıklarının müsebbibi olarak görüyorlar, diğer taraftan da bizi kendilerini görmek istedikleri gibi daha Batılı, daha beyaz, daha modern buldukları için saygıları varmış. Üniversite yıllarımda konuştuğum Arap arkadaşlarımdan ve son zamanlarda çok azalsa da Radikal Gazetesi’nin tercüme ederek koyduğu Arap gazetelerindeki köşe yazılarından bizzat gitmemiş olsam da, birçok Arap ülkesinde aslında benzer bir bakış açısı olduğunun farkındayım.

Arap ülkelerinde Türkiye’ye çok sempatiyle bakıldığını söyleyemeyiz. Mütedeyyin kesim laik olduğumuz için beğenmezken aydınları bizi yeteri kadar demokrat bulmuyorlar. ¨Ne Şam’ın kayısısı ne Arap’ın yüzü¨, ¨Bizi sırtmızdan hançerleyen din kardeşlerimiz¨ lakırdıları da bizim onlara olan sırt dönmüşlüğümüzü gösteriyor. Ortak bir geçmişimiz, iyi kötü bir etkileşimimiz olan ülkelerin hiçbiriyle iyi ilişkilerimizin olmaması Doğu’ya küçümseyerek, Batı’ya özenerek bakmamızdan dolayı değil mi? Askerde izlettirdikleri Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur konulu belgeselleri seyretmek de bu sorunumuzu çözmüyor maalesef.

Yiyecek ve İçecek
Mısır yemeklerinin beni fazla etkilemediğini söylemeliyim. Sabah kahvaltısında Kayseri katmeriyle börek arasında bala veya tahin-pekmez’e batırılarak yenen hamur işi yemekleri hoşuma gitti. Kebaplarının bir marifeti yok, üstelik kuru; yaprak sarması, babagannuş, humus tanıdık yiyecekler, kahveleri karanfilli ve telvesi de biraz fazla. En az şekerlisi bile sevmeyene fazla şekerli gelebilir.

Nargilelerine diyecek yok. Osmanlı’dan aldıkları nargileyi şimdi Türkiye’ye ihraç ediyorlar. Tophane’deki nargilecilere giderseniz tömbekinin her zaman Mınsır menşeli olduğu dikkatinizi çekecektir. Karkade diye kırmızı bir içecek var, bulursanız deneyin, gayet serinletici.

Bizim son akşamımız Ramazan ayının arefesine denk geliyordu. İstanbul’da insanlar Ramazan öncesi firsat bu fırsat diye içkiye yumulurken, Kahire’de bir gün önceden içki satışı duruyor! Nehir kenarındaki Sangria isimli züppe mekânda içecek bir şeyler isteyince Coca Cola ve Sprite önerdiler.

Arap gençlerinin masa kenarlarını sıra sıra nargileler süslüyordu. Saçlari jöleyle arkaya doğru yapıştırılmış beyaz gömlekli delikanlılarla tişörtleri üstlerine yapışmış dar pantolonlu, saçları balyajlı genç kızlar, iki sokak ötedeki kahvede oturan entarili adam gibi nargile içiyorlardı.

Akşam yemeği için, geldiğimiz akşam gittiğimiz Kahire’nin Etiler’i Zamalek mahallesindeki (futbola düşkün olanlarımız bu mahalleyi futbol takımlarından dolayı tanıyor olabilirler) Abu El-Cid’i öneririm. Ortamı hoş, Mısır’a özel yiyecek ve içecekleri var. İçtiğimiz Omar Khayyam şarabı da hiç fena değildi.

Yine yörenin tavsiye edilen mekânlarından Marriott otelinin bahçesine de bir uğradık ama hayal kırıklığı yaşadık. Fakat Suveyş Kanalı’nın açılışına gelen Fransız Prensesi Eugénie için özel yapılan binası görülmeye değerdi.

Mısır çok kısa da olsa bu farklı ülkeyi gördüğüme çok memnun olmakla birlikte ülkeye girişte çektirdikleri işkence yüzünden bir daha gitmek zorunda kalmak istemediğim bir ülke oldu. Gittiğime pişman değilim ama umarım hiçbir seyyah istenmediği yere gitmek zorunda kalmaz.

İstanbul, 2003

3 Replies to “Kahire”

  1. Okuması pek bir keyifli her yazın gibi bu yazını da zamanında okumuş ve eğlenmiştim. Mısır seyahatimden önce faydalanmak maksadıyla tekrar okurken yazına bir ekleme yapabileceğimi farkettim. Yıl 2010 olmasına rağmen Mısır’da Türk olduğunuzu anlayınca hala “yawaş yawaş” ya da “yawaş yawaş, Hasan Şaş” diyorlar. Sebebini, Can Ataklı 20.01.2008 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde yazmıştı:

    “Hasan Şaş, yavaş yavaş. Anadolu Ateşi ile Mısır’a gittiğimde Kahire pazarlarında en çok duyduğum sözün “Hasan Şaş yavaş yavaş” olduğunu yazmıştım. Bunun Türkler’i tanımak ve sevmekle ilgili olmadığını bu sözün “cinsel içerik” taşıdığını da belirtmiştim. Ancak o sırada bunun hangi nedenle söylendiğini öğrenemediğimi de eklemiştim. Okurlardan biri Gül’ün son Mısır gezisine katılan habercilerin de bu tekerlemeyi kullandıklarını belirterek, bunun ne anlama geldiğini anlatmış. Meğer bu söz bir Türk filminden çıkmış. Arapça dublajlı film tam da Japonya’daki Dünya Kupası sırasında yayılmış Mısır’da.
    Kadınla erkek otel odasına girerler. Adam çok acelecidir. Kadın, vakit kazanmak amacı ile adama çeşitli sorular yöneltir. Bir türlü rahat durmaz ama adam. Hızlıdır yani… Tutulmaz, ele avuca sığmaz… “Adın ne?” diye sorar kadın. Adam; “Hasan Şaş” cevabını verir. Kadın hemen ekler, hem de Türkçe; “Hasan Şaş, yavaş-yavaş!, yavaş-yavaş!” Bu tekerleme, filmin ilerleyen bitmek bilmez sahnelerinde sık sık tekrarlanır. Hasan Şaş, yavaş-yavaş… Hasan Şaş, yavaş-yavaş…”
    link: http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=157695&Categoryid=4&wid=142

    Yazılarına devam etmen dileğiyle…

    Levent

  2. Çok teşekkürler. Benim de yazarken en eğlendiğim yazı bu galiba. Şimdi olsa birkaç bölümde yazardım ama, çok uzun olmuş sanki.

  3. Merhaba:)
    Kahireyle ilgili okudugum en keyifli gezi yazisi sizinki oldu, bazi yerlerde sesli guldum sanirim:)

    Ama yazinizi sadece gulumsettiginden degil , ayrintili gozlem ve bilgilerle dolu oldugundan cok sevdim. Artik diger yazilarinizi da okumak sart oldu! Sevgiler!

Yorum Yazınız / Leave a Reply