Osmanlı Şehri Saraybosna

Aygen kaç senedir davet ediyordu ama bir türlü gitmeyi becerememiştik. Ama bu sefer yaz tatilimize kısa bir Bosna ve Hırvatistan seyahati sıkıştırmayı becerdik. Aslında üşenecek birşey de yoktu, uçakla 1.5 saat kadar yol, lacivert pasaportlara vize istemiyorlar. Hatta pasaport kontrolünde anneannemin konken arkadaşlarınının 15 sene önceki halini andıran oldukça şık bir teyze Türkçe-Boşnakça tercümanlık bile yapıyor!

Uçak Saraybosna’ya doğru alçalırken şehrin konumunu seneler önce gittiğim Erzurum’a benzettim (bkz. Dizler ve Omuzlar yazısı). Kışın karlarla kaplanan hayal meyal hatırladığım 1984 kış olimpiyatlarının yapıldığı dağların arasındaki vadiye sıkışmış 450.000 kişilik bir şehir.

Tam ortasından dere kadar suyunu doğu-batı istikametinde akıtan Milijacka Nehri geçiyor. Şehrin doğusunda osmanlıdan kalan tek katlı alaturka kiremit çatılı şirin evlerin ve karışık sokakların olduğu mahalle var. Batıya doğru ilerledikçe kronolojik gelişmeyi görebiliyorsunuz: Osmanlı mahallesinden sonra yeni restore edilmiş Avusturya mimarisi binalar sıra sıra diziliyor, daha sonra da beton rengi apartmanlar ve 30 metre genişliğinde caddelerle komünist mimari insanı eziyor. Geniş caddelerin bittiği yer de havaalanı zaten. Havaalanına yaklaştıkça bina duvarlarındaki kurşun izleri artıyor.

Yemyeşil dağlarda sanki yamaçtan düşecekçesine duran tek tük tek veya iki katlı dik çatılı evler ve bu evlerden müteşekkil küçük mahalleler var. Şehrin nehre dik olan sokaklarından bakınca birden bire karşınıza bu yeşil dik yamaçlar çıkıyor ve oralardan kuşatma sırasında Sırpların keskin nişancıları ile (sniper) insanları bilgisayar oyunu oynarcasına vurduğunu düşününce kanınız donuyor.

Zaten Saraybosna ve Mostar’da geçirdiğim zaman boyunca mutluluk ve üzüntü, sürpriz ve nostalji, sevinç ve sinir birbirine karıştı. Şayet Nihat Genç olsaydım bu iki şehirde geçirdiğim günleri yazarken akan gözyaşlarımdan bilgisayarım bozulurdu.

Ama havaalanına indiğimizde böyle duygu sellerine kapılacağımızı bilemiyorduk. Aygen sağolsun işten 3 gün izin almış, bizi havaalanında kapının tam önüne parketmiş şekilde (lükse bakınız!) karşıladı. Oldukça küçük bir havaalanı ve şehre 15 dakika uzaklıkta. Ama havaaalanının önemine daha sonra döneceğiz.

Hemen şehre gittik ve balkanların en önemli film festivali olan ve her sene Bono’nun da muhakkak uğradığı Saraybosna (Sarajevo) film festivalinin kalabalığında park yeri aradık.

Tarık Hoçiç
Park eder etmez Tarık Hoçiç’in biz Galatasaraylılar için meşhur köftecisine gittik. Çarşıya denen Osmanlı mahallesinin hemen girişinde 4-5 masalı küçük ama çok özenli bir dükkanla karşılaştık. Mönüde Seha yüzünden bir daha yiyemediğim ve tadı damağımda kalan inegöl köfteye benzer bir köfte (çevapi), büyük bir hamburger köftesine benzeyen et ve tavuk vardı. Yanında boşnak stili hafif sulandırılmış yoğurt yedik (yoksa içtik mi demeli?) ve Bosna’nın en önemli ihraç ürünlerinden soda ile tamamladık.

Hoçiç
16 Golle Türkiye’nin Ilk Yabancı Gol Kralı Hocic’in Koftecisi

Restoranın bir duvarı Galatasaray’a ayrılmış. Burada eski posterler ve resimler, Hoçiç’in Metin Oktay ile bir resmi, 100. yıl maçında kendisine verilen plaket var. Ayrıca garson ablanın önlüğünde GS arması olduğunu da eklemek isterim. Yerler Bosna ve Hırvatistan’da hep karşılaştığım ve çok hoşuma giden betona gömülmüş yuvarlak taşlarla (podima taşları gibi ama daha büyük) kaplı. Perdeler Fatih Terim’in hediyesi imiş. El yıkama yerinde ise 80’leri hatırlayanların unutamayacakları 16 yy Necefli Maşrapa’yı andıran bir maşrapaya su bağlanmış.

Carsiya
Kofteci Osmanli Mahallesi Carsiya’nin Hemen Girisinde

Maalesef Hoçiç akşamları geliyormuş, ondan kendisini görüp tebrik edemedik ve Jenya’yı beklemek için katolik katedralinin yanındaki kafeye oturduk.

Kafe Kültürü
Bütün Bosna kafe dolu. Bizdeki kahve kültürünün Avusturya – Macaristan imparatorluğu etkisi ile değişmişi mi acaba diye düşündüm ama bilemiyorum. Kafeler haftanın her günü ve günün her saati tıklım tıklım şık giyimli erkekli kadınlı kahkahalı gruplarla dolu, Çetin Altan’ın gözleri yaşarır.

Kafe Kulturu
Kafelerde Geleni Geceni Kesmek Serbest,
Arkada Katolik Katedrali

Bu mevsimde kafeler sıcak havalar sayesinde kaldırımlara taşmışlar. Tasarımları çok özenli, kahveleri de oldukça iyi ama çay bulmak çok zor. Aslında türk kahvesi de her yerde yok, olanlara da bazen Bosna kahvesi deniyor – iyi ki de öyle deniyor zira kahve cezvede şekersiz pişiyor ve şekeri etrafında bakır bir kap olan kulpsuz fincanın içine itinayla yerleştirdikten sonra üzerine kahveyi dökerek orta kahve yapılıyor. Starbucks kahve cinslerinin ise çoğu mevcut.

Starbucks deyince ne Bosna’da ne de Hırvatistan’da bir tane bile Starbucks, McDonald’s, Burger King veya diğer küresel türevlerinden görmedik. Aslında Coca Cola’yı saymazsak küreselleşme yüzünden bütün dünyayı birbirine benzeten bu markalar nedense (henüz) buralara gelmemişler.

Sabah kahve içilip hafif müzik dinlenen kafeler gece biraz daha gürültülü barlara dönüşüyorlar. Gençler sokaklara dökülüyorlar ama gürültü rahatsız edici değil, herkes sessiz ve sakin.

Yanımızda sadece YTL ve Avro (oyro veya öro da diyebilirsiniz) vardı ve KM denilen (Konvertabl Mark) Bosna parasına çevirmek üzere Ziraat Bankası’na girdik. Türkiye’de girdiğim bütün Ziraat Bankası şubelerinden daha güzel olan şubede YTL ve Avrolarımız çevirdik. İlk defa ülkemin dışında ülkemin parasını çevirebilmek çok hoşuma gitti doğrusu. Dekontu saklıyorum.

Az sonra festivaldeki filminden çıkan Jenya gelince oranın İstiklal Caddesi olan Ferhadiye Caddesi’nden yukarı yürüdük ve ihtiyar amcaların yerdeki dev taşlarla satranç oynadıkları parktan geçerekten arabaya döndük.

Arabaya atlayıp savaşın yaralarını hala saramamış binaların arasından geçerekten Mostar yoluna saptık. Mostar ve Dubrovnik (Hırvatistan) yazılarımı ayrı yazdım, dolayısıyla günlük formatını bozmak zorundayım.

Arada geçen 4 gün sonunda tekrar aynı yoldan Saraybosna’ya döndük. Yolda tabii ki bir kahve molası verdik. Bu molayı verdiğimiz yerde Türkiye Super Ligi maçlarına bahis oynamak da mümkündü ama futbol hayatıma yeteri kadar stres kattığı için futbol bahsi deliliğine hiç girmedim.

Aygen ile onun evinde buluştuk ve hemen yakındaki Avliye (avlu) denilen şirin restorana yemeğe gittik. Yemekte bu sefer lokma denilen enteresan bir şey yedik. Bildiğimiz lokmanın şekersizini ve puf böreği ebatlarındaki halini düşünün. Sıcak lokmayı kenardan hafifçe yardıktan sonra içine muhteşem kaymağı doldurup içlere yayılması için bekliyorsunuz. Üstüne beyaz peynir (travniçki) ile çok iyi gidiyor.

Bir süre sonra bütün restoran festival filmlerinden çıkmış Bosnalı sinefillerle doldu. Bol sigara dumanı eşliğinde aynı bizim İstanbul festivalini andıran muhabbetler başladı. Hatırı sayılacak kadar ingilizce konuşan vardı. Zaten yabancı nüfusu (yardım kuruluşlarının da sayesinde) oldukça fazla imiş.

Sabah Koşusu
Ertesi gün sabah koşmaya nehre doğru indim. Aygen’in evinden dümdüz aşağı koştum, nehrin yanından doğuya (hem sembolik olarak hem de gerçekten Osmanlı mahallesine) ilerlemeye başladım. Tramvay duraklarında bekleyen insanlar bana uzaylı görmüş gibi bakıyorlardı. Osmanlılar zamanında katolik mahallesi ile eski Saraybosna’yı bağladığı için “Frenk Köprüsü” denen taş köprünün yanındaki Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açan 28 Haziran 1914’teki süikastın mekanının yanından geçtim.

Avusturya – Macaristan Veliahtı ve Arşidükü Franz Ferdinand (ki ismi günümüzde güzel bir rok grubunda yaşamaktadır) ve hamile karısı 19 yaşındaki sırp milliyetçisi öğrenci Gavrilo Princip tarafından tam burada vurulmuş. İnsanın tarih derslerinde defalarca okuduğu o “bardağı taşıran son damla” süikastının olduğu yerin yanından koşarak geçmesi enteresan bir duygu.

Köprünün az ilerisinde kütüphanenin önünde yol çok daraldığı için durup karşıya geçtim. Kütüphanenin o harap halini görmek içimi burktu. Bosna Milli Kütüphanesi iyi niyetle ve görkemli bir şekilde ama çirkince yapılmış bir bina. Avusturyalılar nehrin yanına güya Türk stili diye Emevi mimarisini andıran bir bina kondurmuşlar. Ilk yapıldığında belediye binasıymış, ve Franz Ferdinand öldürülmeden önce orada bir resepsiyona katılmış. 1951’de kütüphaneye çevrilmiş.

Kutuphane Harap
Kutuphanenin Ici Bombalardan Sonra
Gunumuzun Moda Ifadesiyle “Tas Devine Donmus”

Bu binanın 1400 gün süren kuşatma sırasında iyice yok etmek amacıyla fosfor bombaları ile yerle bir edilmeye çalışılması bizim de şahit olabildiğimiz tarihin en yüz kızartıcı olaylarından birisi diye düşünüyorum. Amaç bir binayı yıkmak değil, sembol bir binayı yıkmak da değil. Amaç bir kültürün izlerini bir milyondan fazla kitabı kül haline getirerek yok etmeye çalışmak. 1992 yılında enformasyon çağında bütün dünyanın gözleri önünde hem de…

Sırplar Bosnalıların geçmişini silmeye çalışırken kendi geçmişlerinin de istemedikleri bir kısmını muhtemelen istemeden silmişler. Kütüphane yanınca, 1918’de Yugoslavya’nın kurulmasıyla Türkiye’ye göçmeye başlayan Bosnalı yurttaşları için “Burada kalın” diye şiir yazan sırp şair Aleksa Santiç’in kişisel arşivini de yok etmişler.

Kutuphane
Avusturyalı Mimarin Turk Mimarisi Anlayisi Bu

Kütüphane henüz restore edilmemiş. Pencerelerinde tahtalarla duvarlarında deliklerle duruyor ve bir taraftan çürürken bir taraftan da insanların ne kadar nefret dolu olabildiklerini hatırlatıyor.

Bu karamsar düşüncelerimi dağıttım ve koşuma devam etmek üzere yüzümü batıya döndüm. Bu sefer nehrin güney tarafından koşarak ilerledim. Yaklaşık 10 dakika sonra solumda İskenderiye denen meydan vardı. Burası Sarajevo 84 kış olimpiyatlarının merkez binalarının bulunduğu yer. Devasa bir beton bina, arkadaki tepeler alçak olduğu için kuşatma esnasında Sırp keskin nişancılarının ateş ettiği yerler oldukça yakın.

Buradan geri döndüm ve tekrar kütüphaneye kadar gittim. Kütüphanenin yanından sola, osmanlı mahallesine girdim. Saat ilerledikçe turistler piyasaya çıkmaya başladıklarından arnavut kaldırımı sokaklarda koşmak zor oldu. Bunun üzerine ileriden tekrar nehir kenarına vardım. Avusturyalılardan kalma yeni restore olmuş sarı postane binasının yanından tekrar içeri döndüm. Ara sokaklardan ilerledim, gene o amcaların satranç oynadıkları parka vardım ama amcalar daha gelmemişlerdi. Öte yandan bir grup genç parkta gürültülü bir şekilde Rage Against the Machine dinliyor ve üstlerinde bir el izi ve altında “Dosta!” yazan tişörtler satıyorlardı. Hoşuma gitti, dosta ne demek merak ettim (yeter demekmiş).

Ihtiyarlar
“O Tas Oyle Oynanmaz!”

Ferhadiye Caddesinin devamı olan caddeyi keserekten Aygen’in evinin altındaki parka vardım. Bu parkın çimlerinin üzerinde tek tük ve düzensiz bir şekilde dağılmış eski sarıklı mezartaşları var. Orhan Pamuk’un İstanbul kitabında eskiden İstanbul’da mezarların mahallelerin içinde olduğundan ve çocukların mezartaşlarının arasında oyun oynadığından bahseder. Mezarlıkların etrafını duvarla çevirip ölüleri ölümlü halktan tecrit etme alışkanlığı daha sonra başlamış. Bosna’da o eski osmanlı alışkanlığı devam ediyor.

Park
Burada Da Mezartaslarinda “Karı Dırdırından Oldu”
Gibi Veciz Ifadeler Var Midir Acaba?

Bosna’da maalesef savaşın ve kuşatmaların yüzünden şehirlerin birçok yerinde insanlarla içi içe mezarlar var. Bu mezarlar bir taraftan insanın ölümleri unutmamasını sağlıyor bir yandan da ölümün kaçınılmazlığını ve çok da korkulmaması gereken bir şey olduğunu hatırlatıyor. Tabii gayriihtiyari okuduğunuz bir mezartaşında ölüm yılı olarak 1993 yılını görünce bir yutkunuyorsunuz.

Dimdik yokuştan yukarı çıkarken artık takatim kalmadı ve yürümeye başladım. Tam o sırada da karşıdan Seha ve Jenya çıktılar. Hemen benimle alay ettiler tabii. Tam 1 saat 3 dakika koşmuşum, eve 100 metre kala 30 derece yokuşta yürümeye başlıyorum (nabzım 163) ve yakalanıyorum. Olacak şey değil…

Osmanlı Mahallesi
Ardından Aygen ile beraber tekrar şehrin merkezine indik ve Ferhadiye Caddesi’nde bir kafede oturduk ve lafladık. Şu anda piyasadaki tek Bosna Hersek rehberi The Bradt Travel Guide’ın yazarı Tim Clancy Bosna’da insanların (batıdaki yanlızlığa karşın) hala arkadaşları ile buluşup bir kahve içerek dertleştiklerinden bahsediyor. Dertleşmeyi bilmem ama herkesin kahve içtiği kesin. Bosna’daki günlerimizde hafta içi hafta sonu gece gündüz kafeler hep doluydu. Gene dolu bir kafede oturduk ve sigara dumanları arasından Aygen ile Bosna – Türkiye karşılaştırmaları yaptık.

Ardından Seha geldi ve Osmanlı Mahallesi Çarşıya’ya doğru yürüdük. Mahalle o kadar az bozulmuş ki şöyle bir bakınca 1450 yılındaki halini gözlerinizin önüne getirmek hiç de zor değil. Tabela kirliliği yok, gürültü kirliliği yok, şehirde genel olarak kirlilik yok zaten. Kazancıların, bakırcıların sokaklarını gezdik. Buralardaki dükkan sahipleri yıllardır zanaatlerini babadan oğula geçirerek yaşatan ailelermiş. Hala bir taraftan satıp bir taraftan sattıklarını aynı dükkanda ürettiklerini gördük.

Kazancilar
Kazancilar Carsisi

Bezistan ve Bursa Bezistan denen zamanında Bursa’dan gelen ipekli kumaşların satıldığı kapalıçarşıları gezdik. Üstünüze atlayan satıcılar olmadan vitrinleri izleyerek gezebilmenin de büyük lüks olduğunu anladık.

Ardından bir ev yemeği restoranına vardık. Tezgahın ardındaki teyze bazıları Türkçesi ile aynı olan yemekleri tabaklarımıza doldurdu. Bana en ilginç gelen şey bizde nedense olmayan soğan dolması oldu – gayet güzeldi. Baklavaları ve şekerpareleri bence bizimkiler kadar güzel değil ama mesela yoğurtlarını çok sevdim.

Sadirvan
Saraybosna’nin Sembolu

Yemek sonrası tabii başka bir kafeye gittik. Aygen’in arkadaşı iki boşnak kız da geldiler. Bir tanesi Saraybosna Film Festivali’nde Nick Nolte’nin mihmandarlığını yapıyormuş öteki de bir bankada çalışıyormuş. Bizim yaşlarımızda kızlar oldukları için savaşta nerede olduklarını merak ettim. Bir tanesi ailesi ile Hırvatistan’a gitmiş, ötekisi kuşatma sırasında Saraybosna’daymış.

Bu şehrin ve şu anda gayet mutlu ve müreffeh görünen insanlarının daha 13 sene önce susuz ve aç her an bir kurşun veya bir bomba ile ölme tehlikesi yaşayan insanlar olduklarına ve muhtemelen savaşta ölen birçok akraba veya tanıdıkları olduğuna inanmak güç. 13 sene önce birbirlerini boğazladıkları düşmanlarının bir kısmı ile şu anda aynı ülke içerisinde yaşamaları ilginç. İnsan gerçekten herşeye alışabiliyor galiba.

Princeva
En Sagda Kutuphane, Ortada Bira Fabrikasi

Akşama doğru Aygen bizi arabayla şehrin güney tarafındaki dağdaki bir restorana çıkardı. Prinçeva isimli restorandan bütün şehir ayaklar altında. Özellikle en güzel kısmı olan Osmanlı ve Avusturya zamanında gelişen kısım. Sadece kahve içtik ama burayı şehirdeki oryantasyon için çok tavsiye ederim.

Bosna Müslümanlığı
Osmanlı Mahallesi’ndeki Bosna’daki bütün camiler gibi Osmanlı stilindeki iki eski camiyi gezmek istedik ama nedense ikisi de kapalı idi. Ama cami deyince çok hoşuma giden bir olayı anlatmam lazım.

Seha ile beraber altındaki su kaynağı sayesinde kuşatma sırasında bütün şehrin su ihtiyacını karşılayan Sarajevska Pivera isimli bira fabrikasının restoranında (yemek idare eder, bira güzel, mekan çok güzel) yemek yedikten sonra yanından geçtiğimiz Careva Camiinde akşam ezanı okunmaya başladı. Şaşkınlıka farkettim ki ses çok doğal. Bir baktım müezzin bizzat minareye tırmanmış ve sırayla dört yana dönerek ezanı mikrofon ve hoparlörsüz okuyor. Sesi de çok güzeldi. Bu kadar hoşuma giden bir ezan hiç dinlememiştim.

Bosna’daki dini ve (insanlar dine göre ayrıldıkları için) etnik yapının ne olduğu konusunda sadece rivayetler var. Savaş öncesinde %40 Müslüman, %40 Katolik, %20 Ortodoks gibiymiş. İnsanların isimlerini duymazsanız veya bazen dine özel kıyafetlerini görmezseniz hangi gruba mensup olduklarını anlamak mümkün değil.

Öte yandan savaş sonrasında müslüman köktencilik artmış. Bizdekine benzer şekilde öğrenci kızlara başlarını kapamaları karşılığında bedava yatahkane veren vakıflar çıkmış. Savaşa gelen mücahidlerden de evlenip kalanlar olmuş. Ama genel olarak Saraybosna sokaklarında gezdiğiniz zaman müslüman ülkelerde sokakta görülmeyen bir kadın nüfusu görülüyor. Birçok dükkanda kadınlar çalışıyor, yollarda geç saatlere kadar kadın kadına geziyorlar, kafelerde kadın kadına sigaralarını ve kahvelerini içiyorlar.

Ayrıca bizdeki gibi “her dinden insan hoşgörü içerisinde çok rahat yaşar” dedikten sonra kiliselerin ve sinagogların üç metrelik duvarlar ardına saklandığı bir ortam da söz konusu değil. Aralarındaki o kadar soruna rağmen hala kiliseler de camiler gibi ortada ve açık. İnsan etrafta gerçek bir hoşgörü hissediyor. Üstelik daha 12 sene önce din temelli savaşlar yaşayan bir yer burası.

Buna rağmen olaylar dışarıdan göründüğü kadar da basit değil. Mesela sırp olup da Saraybosna kuşatmasında “Ben önce saraybosnalı sonra sırpım” diye sırplara karşı şehrini savunanlar da olmuş, savaşla hiç alakası olmadığı halde aniden evini barkını bırakıp sırp topraklarına kaçanlar da.

Genel olarak Bosna’da Tito’nun da politikaları sonucunda “Oruç da tutarım, içki de içerim” müslümanlığı çok yaygın hale gelmiş. Bunda muhakkak Avrupa’ya yakınlık ve Yugoslav hristiyanları ile iç içe olmanın da etkisi olmuştur diye düşünüyorum.

Gece Hayatı ve Yemek
Akşam malum sebeplerden dolayı (bkz. Müstakbel Babalara Öğütler yazısı) Seha uyudu. Aygen, Jenya, Natasha ve Rob ile buluştum ve aralarda güzel bir küçük bara gittik. Rob İngiliz bir abi. 13 senedir Bosna’daymış, bir sene için gelmiş ve ayrılamamış. Şehrin ve ülkenin savaş sonrası geçirdiği değişimi anlattı. Daha sonra Natasha’dan Rob’un mücahitler tarafından az kalsın kaçırılması hikayesini de dinledik.

Barın önündeki yüksek masanın etrafında biralarımızı yudumlarken birden alışık olduğumuz bir olay meydana geldi. Müzik kesildi ve bir polis arabası yanaştı. Polislerle köşede fısır fısır birşeyler konuşuldu ve polis geldiği gibi gitti. Ardından müzik tekrar açıldı.

Oradan osmanlı Mahallesine gittik (Saraybosna’da dağlar hariç heryerden heryere yürümek mümkün) ve Baghdad isimli bir barda nargile keyfi yaptık. Bu bar/restoran’ın bütün dekoru Kapalıçarşı’dan alınmış ama mekan adına yakışırcasına arap etkisi görülecek şekilde tasarlanmış. Oldukça güzeldi doğrusu. İnce belli bardaklarda çayımızı da içebildik bu sefer.

Tam karşısındaki Hacienda isimli bar da insan kaynıyordu. Saraybosna’ya gitmek isteyen bekar ve macera arayan arkadaşlarıma kızların çoğunluk teşkil ettiklerini ve slav ırkı ile osmanlının çok güzel bir karışımı olduklarını, boy ortalamasının 180 olduğunu lakin erkeklerinin pek matah olmadıklarını söylemek isterim. Erkek boy ortalaması için 185 üstü diyebiliriz.

Başka bir önemli müessese de Aygen’in evinin hemen yakınındaki SOS. Burası Saraybosna’da savaş sırasında açık kalan tek barmış. SOS’in kapanmaması kuşatmada bir inat meselesi haline gelmiş. İnsanlar burada savaşa aldırmadan toplanmaya devam etmişler. Hemen yanında da bahçesinde her zamanki gibi kahvenizi içip hoş müzikler eşliğinde kitabınızı okuyabileceğiniz sakin bir bar olan La Gitarra var.

Inat
Bence Inat Ettigine Degmis

İnat deyince Bosna yemekleri ile ünlü İnat Kuça’dan (boşnakça inat evi) bahsedelim. Burasının orijinal yeri kütüphanenın olduğu yermiş. Ev sahibine oraya bina dikileceği söylenince evinin aynısını karşıya yapmazlarsa çıkmayacağını söylemiş ve inat etmiş (belki Arnavuttur). Bunun üzerine otoriteler mecburen isteğini yerine getirmişler. Şimdi burası bir lokanta. Kitapta en güzel boşnak yemekleri burada deniyor ama ben Saraybosna’da en güzel yemeği Avliya ve Galatasaray Köftecisi’nde yedim.

Son günümüzün çoğunu yürüyerek geçirdik. İnat Kuça’dan çıktık ve yaklaşık 20 – 25 dakika mesafedeki şehir müzesine gittik. Yolda Natasha sağolsun bize kendi deneyim ve fikirlerini anlattı. Moskova’nın soğuğundan sıkılmış ve kendisini Saraybosna’da bulmuş. UNICEF’te çalışırken bir taraftan da doktorasını tamamlamış. 4 senedir Saraybosna’da. Artık yerli sayılır.

Ali Pasa
Basit Guzeldir, Ali Pasa Camii

Müzeye giderken sırp keskin nişancılarının en çok zaiyatı verdikleri yerlerden birinin yanından geçtik. Mimar Sinan’ın öğrencilerinden birisi tarafından yapılan Ali Paşa Camii’nin yanındaki açıklık tepelere çok yakın olduğu için sürekli sırp ateşi altındaymış. Kuşatma sırasında burada sırp nişancılarının görüntüsünü kesmek için halk bombalanmış otobüsler ve eski konteynerlerle kendilerine kurşunların ulaşamayacağı bir geçit yapmaya çalışmış.

Müze pazar günü saat 14:00’te kapandığı için gezemedik ama Natasha fazla birşey kaçırmadığımızı söyledi. Bunun üzerine nehrin kenarından bir yürüyüş yaptık, gelecekteki türk büyükelçiliğinin binasını gördük ve aynı yoldan geri döndük. Şehrin merkezine dönünce gazeteden çok net hatırladığım bombalanan pazar yerine bir baktık. O bomba sonrasında dünya nihayet ayaklanmış da sırpları zorla masaya oturtmuşlar.

Tabii şimdiki Bosna haritasına bakarsanız ülkenin yaklaşık %40’ının yarı otonom olan “Republika Sırpska” (Sırp Cumhuriyeti) kantonu olduğunu göreceksiniz. Yani sırplar masaya oturunca ellerindeki kendilerinde kalmış. Haritada bu kanton adeta ileride ayrılsın da Sırbistan’a katılsın diye yapılmış gibi duruyor. Savaşın en adi katliamlarından birisinin yapıldığı Srebrinik de orada kalmış. Geçenlerde Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasından sonra Republika Sırpska’lı politikacıların kendilerine de aynı hakların verilmesini istediklerini okudum. Yani eninde sonunda ayrılacaklar gibi duruyor.

Bütün bunları düşünürken Aygen’in söylediği birşey de aklımdan çıkmıyor: “Avrupa’nın ortasında Boşnaklar Belgrad’ı aynı şekilde kuşatsalar ve müslüman halk hristiyan halkı 1400 gün bombalasa ve vursa ne olurdu?”

Tünel Müzesi
En son havaalanına giderken Tünel Müzesi’ni görmek istedik. Bulması biraz zor oldu zira müze muhtemelen sırplar hakkındaki ağır laflardan dolayı devlet tarafından müze olarak kabul görmediği için işaret falan yok. Ama telefonu rehberde ve internette mevcut, ararsanız müzenin (ve evin) sahibi Enis’e adresi sorabilirsiniz. Gayet iyi ingilizce konuşuyor. Ayrıca müzeyi de bizzat kendisi gezdiriyor. Babası ile beraber kuşatma sırasında Boşnak ordusunda savaşmışlar.

Harita
Olimpiyatlardan 12 Sene Sonraki Kusatma Haritasi,
Olimpiyat Haritasinin Uzerine Yapilmis

Saraybosna’nın kuşatması esnasında havaalanı BM kontrolü altındaymış. Havaalanının öteki tarafında ise Boşnak ordusu varmış. Ama etraf düzlük ve açık olduğu için havaalanından öteki tarafa geçenleri sırp keskin nişancıları vuruyorlarmış. Zaten havaalanına varmayı başaranlar da “tarafsız” BM askerleri tarafından geri yollanıyorlarmış.

Tunel

Tunelin Bir Baska Girisi, Arkada Havaalani

Sonunda Boşnaklar havaalanının altından 800 metre giden bir tünel kazmışlar. İşte bu müze tünelin başlangıç noktası olan ev. Evin bodrumundan tünelin girişine girebiliyorsunuz. Eni 1 metre, boyu 1.60 metre. Savaş sırasında buradan geçenler bazen bellerine kadar su içinde yürüyorlarmış. Tünel sayesinde Saraybosna’ya ve dışarıya temel ihtiyaç maddeleri, cephane ve asker taşınmış. Enis’in iddiasına göre Saraybosna’da asker çokmuş ama cephane yokmuş. Dışarıda ise tam tersi.

Müzede sadece tünelin başlangıcını görebiliyorsunuz ama bu da durumu anlamak için kafi. Enis hazırladığı videoyu izletiyor ve haritalarla durumu. Müze oldukça etkliyeci. Bence savaşı anlamak için kaçırılmaması gereken bir yer.

Tunel Ev

Zamaninda Gizliymis, Artik Sokagin Ismi Tunel Sokak

Zaten insanın insanlığını sorgulamasına yol açan bu şehriden ayrılırken son durak olarak bu müzede durunca Yugoslavya gerçeği, AB ve BM gibi “birliklerin” beceriksizlikleri, Bono, Pavarotti hatta Clinton gibi insanların da değeri de bir kez daha anlaşılıyor.

Istanbul

11 Replies to “Osmanlı Şehri Saraybosna”

  1. Selamlar,
    Daha geçen hafta oralardaydım. Aşık oldum diyebilirim… İnsanların sıcaklığı, ilgisi, türklere karşı olumlu tavırları… Karadağı, Makedonya’yı gezdim ama Saraybosna’ya aşık oldum diyebilirim. Ömrümün kalanını çok rahatlıkla geçirebilirim, kendimi hiç yabancı diyarlarda hissetmedim. Sizlerin de elinize sağlık, pek güzel anlatmışsınız…
    Cem
    cem@chef.net

  2. merhaba,
    emeğinize sağlık okumak zevk verdi görmüş kadar oldum.
    benim erkek arkadaşımda yakında çalışmak için orada olacak haliyle merak ettiğim için bu sayfada buldum kendimi ama biraz da endişelendim malün Hacienda da pek matah erkek olmadığından bahsetmişsiniz benim arkadaşımda oldukça yakışıklı 🙁
    bu arada gidiş koşulları hakkında bilgi verebilirmisiniz teşekkürler 🙂

  3. bende boşnak torunuyum inş. dedelerimizin yaşadığı yerleri görmek banada kısmet olur=)

  4. Emin yazdiklari okudugumuzda bu kadar olacagini dusunmemistik. Gercekten gidip gorunce ki yazini gitmeden de gidince orda da okuduk, senin hissettiklerinin aynisini hissettik diyebiliriz. Bizce gidilmesi gereken yerlerden biri. Ama senin de dedigin gibi heyecan mi yoksa uzulmek mi karistirdik. Ama yine de etkileyici. Insallah o gunleri tekrar yasamazlar. sevgiler

  5. SELAMLAR Ben Bosnaliyim eger Bosnayi ziyaret etek istiyorsanız hiç çekinmeyin vize yok hçi bir engel yok ki orda yabancı olamicaksınız. Gençler üniversite okumak istiyorsanız gidin okuyun bende Türkiyeye okumakiçin geldim sizde oraya okumalısınız. Bosna ile ilgili egtim açıdan bişey sormak istiyorsanız maillim Fahro_83@hotmail.com

  6. Bu arada yazmayı unuttugum, daha dogrusu unutmak istediğim.. Korkunç katliamın izlerini insanlık ayıbı olarak, neler yaşadıklarını hissederek, bunlar yaşanırken de insanlıgın seyirci kalmasını üzüntü ve esefle kınadım.. Sanırım.. Neler söylemek istedigimi anladınız.. Neden bilmem içimi dökmek istedim belki de. SEVGİYLE KALIN

  7. merhaba.. o kadar güzel anlatmışınız ki.. gördügüm gezdigim yerleri.. çok mutlu oldum. orada defile düzenlemiştim.. GRANT OTELDE. ama ne yazık ki .. istanbulda kimsenin haberi olamadı. televizyonlarda türk modacısı diye taktir edilmemize rağmen.. bu arada gezmedigim, görmedigim yer kalmadı… herşey çok güzeldi…. yaşıyorsunuz osmanlıyı ve gurur duyuyorsunuz. sevgiler

  8. bende cok gitmek istiorum nasip olcak insALLAH;)
    Mc_PrOdAtOr

  9. MÜKEMMEL BİRYER.MEMLEKETİME GİDİP GÖRMEK İSTERİM.MLOGO LİYEPO SFAKAT İ ÇAS. ALLAHAMANET MÜSLİMANİMA.

  10. slm 1 ay once bosnadaydım okullar arası bır projemız vardı bu sırada bayada bı dolaştık çok güzel anlatmışsın gıtmeme rağmen senın agzından okumak bana yeni bi zevk verdi kendımı teklrar oralarda buldum … kendinize iyi bakın

Yorum Yazınız / Leave a Reply