Pekin

THY’nin Çin-İstanbul uçuşları sadece Pekin’den kalktığı için İstanbul’a dönmek için Pekin’e uğramam gerekiyordu.  Uğramışken bari bir gün kalayım da üniversiteden arkadaşım Erdoğan Gülle’yi göreyim, diye düşündüm.  Daha önce Tayland’da kendisini ziyaret ettiğim Fransız arkadaşım Erdoğan, altı ay önce Çin’e transfer olmuştu ve uzun zamandır “Gel de Çin’i gör” deyip duruyordu.

Pekin’e gideceğim belli olunca derhal Erdoğan’ı aradım ve o da çocuklarının aşısı ve kontrolü için Pekin’e geleceği tarihi buna göre ayarlayarak, bu buluşmayı mümkün kıldı.  Bu arada Pekin’e varmak için önce iki saat arabayla Harbin şehrine gittiklerini, oradan bindikleri uçakla iki saatte Pekin’e vardıklarını söylemem lazım.

(Bu arada Fransız adamın ismi tabii ki Erdoğan Gülle değil ama onun hikayesi Bangkok’ta Yapış Yapış Bir Cumartesi yazısında.)

Sonuç olarak cuma akşamı Şangay’da işim bittikten sonra gene dizlerime vuran dar koltuk, öndeki herifin koltuğunu kucağıma yatırması, sürekli sağdan soldan çarpan insanlar, arkamdaki herifin sırtıma soktuğu dizi, geniz temizleme sesleri, gürültülü ve bol tükürüklü konuşmalarla bezeli bir uçak yolculuğu sonunda dünyanın en kalabalık havaalanları arasında (darısı başımıza) artık ilk 10’a girmiş olan Pekin havaalanına indim.

Yolda China Post gazetesini okudum. China Post, Çin’in en önemli İngilizce gazetesi, birçok yerde bulunuyor.  Ama basın ağır bir şekilde sansür altında olduğu için bu gazeteyi okurken sürekli Çin’in ne kadar harikulade bir yer olduğunu görüyorsunuz.  Koskoca ülkede hiç sorun yok, varsa yoksa büyüme, yeni yaratılan işler, zenginlik, ha bir de tabii ki Tayvan’daki beceriksizlerin (!) yediği herzeler.

Uçaktan inince vakit kaybetmeden otele gittim, Erdoğan ve Esther’le buluştuk ve yorgun argın güzel bir yemek yedikten ve birer kırmızı şarap eşliğinde hoş muhabbetten sonra uyuduk.  Odama yerleşirken başucumdaki komodinde bir yastık mönüsü olduğunu farkettim.  Kuş tüyü, sert pamuklu, yumuşak pamuklu, poliüretan gibi seçeneklerin arasında son bir hafta içerisinde bol miktarda yiyip içtiğim şeyin yastığı da olduğunu farkettim! Olmasa şaşmam gerekirdi aslında!

Heriflerin Pirinçten Yapmadıkları Yok!

Böyle bir fırsatı kaçıramayacağım için hemen oda servisini aradım ve bir adet pirinçli yastık sipariş ettim. Pirinçli yastık bildiğiniz yastık kılıfının içerisine pirinç taneleri doldurulmuş hali, kum torbası gibi birşey yani.  Bir süre sonra yastık kafanızın şeklini aldığı için bayağı rahat birşey olduğunu söyleyebilirim ya da ben o bir hafta sonunda o kadar yorgundum ki deliksiz uyudum ve dinlenmiş olarak kalktım.  Tabii ki Çinlilere sorarsanız pirinçli yastık süper sağlıklı ve muhteşem birşey – kullandığınız zaman bel, boyun ağrılarını unutuyorsunuz, varsa böbrek taşınızı düşürüyorsunuz, rüyanızda halikulade şeyler görüyorsunuz vs..

Ertesi sabah, her bebekli grup gibi planladığımızdan takriben bir saat geç yola çıktık.  Hedefimiz Cennet Tapınağı (Temple of Heaven) ardından Tiananmen Meydanı ve Yasak Şehir’di.  Pekin’de sadece bir günü olanlar için görülmesi en acil yerler yani.

Pekin (orijinal ismi olan Beijing kuzey başkent demek) Şangay’dan bayağı farklı bir şehir.  Üçbin yıllık geçmişi ve “istilacı” Moğol Kubilay Han’a dayanan başkentlik anıları olduğundan olsa gerek devrim sonrası çok daha fazla rötuşlanmış.  Yollar daha geniş, klasik komunist mimari eserleri daha fazla.  Pekin ile Şangay’ın ortak yanı ise son yıllarda heryerden mantar gibi biten gökdelenler: “Bir mantar traylaylom, iki mantar traylaylom” diye gökdelen dikiyor adamlar.  Bu eğlencelerini özellikle Pekin Olimpiyatları öncesinde hızlandırmışlar.  Aralarından bazıları gayet güzel aslında.  Aşağıdaki resimdeki televizyon binasının iki tarafının birleştiği nokta ben Çin’deyken yapıldı.  Metalin genleşmesi çok önemli olduğu için iki taraftan gelen parçalar sabah tam saat 9:00′da birleştirildi!

Şu Anda İnşa Edilmekte Olan Çin Televizyonu Binasının Temsili Resmi
Adamlar Yapmış!

İlkokul yıllarında, benim gibi Altın Kitaplar’dan çıkmış Marco Polo’yu okuyanlar Kubilay Han’ı hatırlayacaklardır. Kendisi Pekin’i Pekin yapan kişi oluyor.

Marco Polo’nun Pekin’e geldiği 1200′lü yıllarda Pekin, İpek Yolu’nun son durağı olduğundan müthiş zenginmiş.  Marco Polu biraz bizim Evliya Çelebi gibi mübalağa meraklısıydı herhalde ki notlarında günde 1.000 arabanın şehre ipek getirdiğini anlatmış.  1368′de Moğollar Ming Hanedanına yenilmişler ve ikinci Ming imparatoru Yongle benim gezemediğim yasak şehirdeki sarayı ve gezebildiğim cennet tapınağını yaptırmış.

Cennet Tapınağı
(Google Earth Adresi)
Cennet Tapınağı’nın bahçesine feng şui kurallarına göre olması gerektiği gibi güney kapısından girdik – zira kuzeyden kötü ruhların da girmesi mümkünmüş.

Feng şui denen şeyi gazetelerimizin beyaz Türklere veya öyle olmak isteyen kadınlara hitap eden ilavelerinden biliyor olabilirsiniz.  Bilmeyenlere kısaca söyleyeyim: dünyanın geri kalanıyla (veya çi denen dünyanın enerjisiyle) barışık bir şekilde yaşamak için izlenmesi gereken –genellikle mimari– kurallar olarak özetlenebilir.  Tabii günümüzdeki yorumu daha çok mutlu ve zengin olmak (veya her ikisi birden) üzerine yoğunlaşmış durumda.  Misal, “Kapının güneye bakmasını sağlarsan evine daha çok para girer şekerim,” gibi… Şayet giren parayı daha da artırmayı arzu ederseniz kapının üstüne bir miktar pirinç asabilirsiniz.  Kapıyı verniklemeden önce de, şans gelsin diye, camsil tabancanızla bir miktar pirinç viskisini kapınızın üstüne püskürtmeyi deneyiniz.

Cennet tapınağının ana binasının özelliği tamamının ahşaptan olması ve inşa edilirken çivi kullanılmaması!  Muhtemelen onun da feng şuiye dayanan bir sebebi vardır.  Tapınak çevresindeki geniş bahçeler de doğal olamayacak kadar düzenli olsa da güzel.

Tapınak mimarisinde daire ve kareler görülüyor. Genellikle kare şeklindeki tabanların üzerine dairesel binalar kondurulmuş.  Bunun sebebi karenin dünyayı, dairenin ise cenneti temsil ediyor olması.  Tapınak dünya ile cennetin birleştiği nokta olduğu için karelerle daireler de çakışıyorlar.

Tapınağın kullanıldığı zamanlardaki en önemli işlevi kış gündönümünde (20-23 Aralık arasında) halkla tanrılar arasındaki aracı olan imparatorun senenin mahsülleri için dua etmesine aracılık etmesiymiş (İşi ne? Aracı olacak tabii).  Bunun için imparator önce üç gün oruç tutarak temizlendikten sonra meditasyon yapar ve bu esnada tanrılarla konuşurmuş.  Ardından geceyi iyi mahsül duası binasında geçirdikten sonra ertesi sabah yuvarlak sunakta tanrılara hayvan kurban edermiş.  Bütün bu seremoniler sırasında Pekin halkı kapı ve pencerelerini kapatıp evlerinde sessizce dururmuş!

Çivisiz Tapınak, İyi Mahsül Duası Binası

Tapınak kompleksinin içerisinde bahçelerin arasına serpiştirilmiş görmeye değer pek çok şey var.  İmparatorun kurban için kullandığı yuvarlak yüksek sunak, insan, dünya ve cenneti temsilen üç kademede yapılmış.  Bu sunağın tam ortası dünyanın merkezi sayılırmış.

Nevşehir, Aksaray’a gidenler Nasreddin Hoca’nın iddiasına göre dünyanın merkezinin neresi olduğunu görüp karşılaştırabilirler.  Öte yandan İstanbul’da da Sultanahmet Meydanı’nda Yerebatan Sarnıcı’nın hemen yanında Million Taşı vardır.  O da Bizanslılara göre dünyanın merkezi sayılır. California’lı bir belediye başkanı da dünyanın merkezinin Felicity, California’da olduğunu iddia etmekte.  Neyse herkesin merkezi kendine.

Tapınak kompleksi içerisindeki diğer binalar oruç sarayı, müzik yazıhanesi, kutsal kasap, kutsal mutfak, kutsal kiler gibi (kutsal) binalar.  Ama asıl bina söylediğim gibi hiç çivi kullanılmadan inşa edilen iyi mahsül duası binası.  Bu bina aslında 1889 yılında yıldırım düşmesi sonucu tamamen yanmış ve yeniden inşa edilmiş.  Yapılış sürecinin resimleri hemen yakındaki müzede sergileniyor.   Burada binanın strüktürünü de maketlere bakarak incelemeniz mümkün.

Tabii doğa ile bu kadar iç içe bir dine sahip olan halk en önemli tapınaklarına yıldırım düşmesinden hiç hoşlanmamış.  Sonuçta olayın sebebinin, tam yıldırım düşmeden önce tapınağın en tepesindeki altın topa ulaşmak üzere olan salak bir tırtıl olduğunu anlamışlar.  Tabii ki tırtılın oraya kadar çıkmasını engelleyemeyen 32 saray personeli ivedilikle idam edilmiş.

Tapınak bahçelerinin içerisinde yerel sanatçıların resimlerinin satıldığı bir resim galerisi de var.  Biz de satıcı kızın ısrarlarına dayanamayıp içeri girdik.  Bazı resimler hiç fena değildi.  Satıcı kız (ki kendisi resimlerin önemli bir kısmını yapan amcanın öğrencisiymiş) uzun uzun bize resimleri ve stillerini anlattı.  Esther çok uzun süre düşündü, düşündü ve sonuçta almadı.  Benim ise daha fazla eşya taşımak gibi bir niyetim yoktu.  Satıcı kıza karşı biraz mahçup olaraktan ayrıldık.

Tapınağın Bahçesi Bazı Ağaçların “9 Ejderha Çamı” Gibi Fantastik İsimleri Var

Tapınağı gezmeye gelen bizim gibi ecnebi turistlerin dışında birçok Çinli turist de vardı.  Bir grupta bir adet bebek gördük!  Bir Türk olarak Çin’de en çok yokluğunu hissettiğiniz şeylerden birisi etrafta bebek olmaması.  Oğlumu özlemiş olan ben bebeğe şirinlik yaparken bebeğin ebeveynleri de hazır ecnebi bebek görmüşler, Erdoğan ve Esther’in 4 aylık oğulları Arthur’la oynamaya başladılar.  Çin hükümeti tek bebek kuralını oldukça başarılı işletiyor, bu sebepten ileride Çin’in yaşlanıp ekonomisinin çökeceğini düşünenler de var ama yine de kuraldan şaşmadıklarını görebiliyorsunuz.   Halk tek çocuğa gözleri gibi bakarken zengin Çinli anneler zengin Türk annelerin Amerika’ya gitmesi gibi ikinci çocuğu yapmaya Hong Kong’a gidiyorlarmış! Kapitalizmin zararları!

Cennet Tapınağı’ndan çıkışta haritamdan yakın göründüğü için Tiananmen Meydanı’na yürüyerek gitmeyi teklif ettim.  Yol maalesef bebekle beraber yürümek için pek uygun çıkmadı.  Aslında yürünürdü zira kaldırımlar sıkıcı olsa da geniş ve düzgündü ama aradaki (Pekin ördeği yemeyi planladığım lokantanın da olduğu) ana caddenin (Qianmen) tamamının olimpiyatlar için güzelleştirme çalıştırmasından dolayı kapalı olduğunu farkettik.  Yolda bizim İstanbul’un sahil yollarındaki acayip cimnastik aletlerinden vardı ve 90 yaşında Çinli amcalar hızlı hızlı aletli cimnastik yapıyorlardı.

Qianmen Caddesi’nin başladığı yerde olimpiyat inşaatının resmini çekmek üzere tam makinamı çıkardım ki bir görevli üstüme yürüdü ve yassak kardeşim diye durdurdu.  Az kalsın makinamı kıracaktı.  Kendimi avına tam yaklaşmışken avın yanındaki ayı tarafından makinası paramparça edilen arsız bir paparazzo gibi hissettim.  Daha makinama saldıran adamı tam savuramadan bu sefer arkadan kamikaze gibi gelen, bisikletinin önüne koyduğu zırıltıdaki birsürü ölümcül ağırlıktaki meyva yüzünden önünü göremeyen bir adam beni ezeyazdı.  Bir taraftan da çince çok pis küfretti galiba (“Pirinç tencerenin dibi yansın inşallah!” demiş olabilir).

Atlattığım iki ölüm tehlikesi sonrasında asıl gideceğimiz yolun paraleli bir ara sokaktan yürümeye karar verdik.  Bu sokak oldukça ilginç bir sokaktı aslında.  Pekin’in ortasında olmamıza rağmen civardaki tek beyaz grup bizdik ve herkes uzaylı görmüş gibi bize bakıyordu.  Karambolde bebek arabasını yürütmek de zor olunca Esther sinirlendi ve Erdoğan’la hızlı hızlı Fransızca konuşmaya başladılar.

Ben varken Fransızca konuşmaya başladıklarında durum kötü demektir.  Hemen kollarımı arkamda kavuşturdum ve taksiyle medeni bir şekilde gidebilecekken o inşaat halindeki sokaklara herkesi sokan ben değilmişim gibi ıslık çalarak etrafa bakmaya başladım.  O esnada hemen yan tarafımda bir seyyar satıcının elinde bir mikrofonla açık artırma yaptığını farkettim.  Videoya çekmek için harika bir andı ama Esther’den korkumdan çekemedim.  Bu esnada Erdoğan da karısının azarlarını savuşturmuş “Hadi çek, bunu kaçırmaman lazım,” diye beni dolduruşa getiriyordu.

Molozların arasında yürümeye çalışırken karısından azar işitmediği zamanlarda işinde Hintli patronu hariç sadece Çinlilerle çalışan Erdoğan bana Çinlilerin dünyanın en büyük ekonomisine sahip olmak için ne kadar hırslı olduklarını anlattı.  Özellikle Japonya’yı geçmek son derece önemli bir motivasyonmuş.  Japonya’dan daha büyük bir ekonomi olacaklarını söylerken gözleri parlıyormuş. Tabii Erdoğan’ın iş arkadaşları dev bir uluslararası şirkette çalışan azimli gençler ama Çin halkının hırsı hakkında gene de bir fikir verir herhalde.  Geçen gün bir gazetede okuduğuma göre şu anda A.B.D., Japonya ve Almanya’nın ardından dördüncü durumdalar. Ama muhtemelen kayıt dışı ekonomileri hesaplansa daha ileride olmaları da mümkündür.

Bir süre sonra Esther yorulunca bebekle birlikte onu (benim kitaptan bulduğum Pekin ördekçisi kapalı olduğundan) önümüze gelen temiz bir lokantada bıraktık ve Erdoğan’la Tiananmen Meydanı’na gittik.

Tiananmen Meydanı
(Google Earth Adresi)
Tiananmen Meydanı’nın bol şeritli bir caddeyle çevrili olduğunda (ve giren çıkanı kontrol altına almak amacıyla) meydana sadece alt geçitler vasıtasıyla ulaşılıyor.  Kullandığımız alt geçit bizim Galata Köprüsü’nün iki tarafındaki alt geçitlere benziyor, zemin seyyar satıcılar tarafından işgal edilmiş durumda basacak yer kalmamış.  Meydana çıkan merdivenlerin tepesinde askerler Beyoğlu barlarınının kapılarındaki goriller gibi gireni çıkanı kontrol ediyorlar.

Biz alt geçitten tam Tiananmen Meydanı’na geçerken sigara satan bir kadın ve müşterisi avaz avaz kavga etmeye başladılar.  Çin’de gördüğüm tek agresif insan o satıcı kadındı.  Askerler müdahale ederler sandım ama onlar da takmadılar.  Gördüğü her kavgayı izlemeyi görev edinen bir Türk vatandaşı olarak durup bakmak istediysem de muhtemelen sinir içinde bizi bekleyen Esther’i hatırlayıp vazgeçtim.

Uçsuz Bucaksız Tiananmen Meydanı.  Kaç Futbol Sahası Sığar?

Meydanın ne kadar büyük olduğunu anlatmam imkânsız herhalde.  Hani biz erkekler daha iyi anlayalım diye açık alanların büyüklüğünü futbol sahasıyla ölçülür ya (1 futbol sahası = 0.75 Hektar), meydana 483 futbol sahası sığar deseler inanırım.  Üstelik Mao’nun mezarını 1976′da (iddialara göre özellikle feng şuiye aykırı olacak şekilde) meydanın tam ortasına diktikleri için aslında bu küçülmüş hali.  Meydanın batı tarafında meclis binası (aslında “Halkın Büyük Binası” gibi afili bir ismi var), doğu tarafında devrim müzesi, kuzeyinde ise Yasak Şehir var.  Yasak Şehir’in ana girişinin önünde de meşhur Mao posteri duruyor.

Eskiden burası saraya giden yol olduğundan sağda solda imparatorla ilgili binalar, ofisler vesaire varmış.  Bu binalar feodal toplumun sembolleri oldukları için dümdüz edilmişler ve meydan halka açılmış.

Tabii Tiananmen denince bizim aklımıza 1989 yılındaki (4 Temmuz olarak da bilinen) protestolar geliyor.  Orada ne olduğunu asla öğrenemeyeceğiz zira yabancı basın hemen uzaklaştırılmış ve sansürlü Çin basını da hükümetin istediklerini yazmış.  Ama bundan önce meydan daha meydan değilken burası Birinci Dünya Savaşı sonunda Versay Antlaşmasını protesto etmek için kullanılmış.  Çinliler, İngiliz ve Fransızların yanında yüzbinden fazla işçi göndermişler ve buna rağmen savaşın sonunda Almanlara ait olan yerler baş düşman Japonya’ya verilmiş!  Bundan sonra 1925, 1926, 1976, 1978 ve 1979′da meydanda çeşitli protestolar olmuş.  1986 ve 1987′de insanlar öğrencileri desteklemek için meydanda toplanmışlar.

Tank Adam

1989′da ise Nisan’dan Temmuz’a kadar refomların yavaşlığını, yolsuzlukları ve en önemlisi özgürlüklerin kısıtlanmasını protesto etmek için insanlar meydanda toplanmaya başlamışlar.  Nihayet öğrenciler dev bir Özgürlük Tanrıçası heykeli yapıp da Mao’nun resminin önüne dikince sıkıyönetim ilan edilmiş.

Sıkıyönetimden sonra 4 Temmuz’da ordu meydana girmiş.  İddialara göre ölü sayısı 800 ile 7.000 kişi arasındaymış.  Erdoğan’ın Çinli bir arkadaşı olaylar sırasında meydandan günlerce silah sesleri geldiğini iddia ediyormuş.

Yukarıda dünya basını tarafından “Tank Adam” veya “Kimliksiz Asi” olarak bilinen ve pek hoşlanmadığım Time dergisi tarafından 20. yüzyılın en önemli 100 kişisinden birisi seçilen meşhur adamın resmi var.  Adamın başına ne geldiği meçhul.  Muhtemelen ölü.  İddiaya göre burada tanklara, “Neden buradasınız? Tek yaptığınız insanları üzmek,” demiş.

Ellerinde alışveriş torbası gibi bir torba taşıyan bir adamın tek başına tanklara karşı çıkması hatta üstlerine yürümesi Basat ve Tepegöz hikâyesini hatırlatıyor.  Dede Korkut olmazsa Kiklops ve Apollo, o da olmazsa Davut ve Golyat hikâyesini de düşünebilirsiniz.  Maalesef bu hikâyenin sonu farklı…

Tank Adam’ın Videosu
İnanılmaz

Tiananmen Meydanı Olayları Hakkında Güzel Belgesel

Tiananmen Meydanı’nda durunca meydanın hâkim yönünün kuzey olduğunu farkediyorsunuz. Kuzeyde kocaman bir Mao resmi var.  Bu resmin önünde her gün akşama doğru bayrak indirme töreni yapılıyor.  Zaten arkası da meşhur Yasak Şehir.

Mao’nun Başka Bir Askeri
Arkadaki Balkonda Mao 1949’daki Meşhur Konuşmasını Yapmış

Çinlilerin Mao ile ilişkisini tam çözemedim.  Oldukça anti-komünist olan kitabıma (The Rough Guide to China) kalırsa, Mao’nun resim ve heykelleri sürekli olarak ortadan kaldırılıyor.  Ama bindiğim birçok takside Mao’nun resimleriyle karşılaştım.  Konuştuğum kişiler Çin’in yeni (ve oldukça vahşi) kapitalizminden yararlanan kişiler olmalarına rağmen Mao’yu hâlâ seviyorlar.

Rough Guide yazarları Mao’nun nasıl bir despot olduğunu anlatmak için ilginç bir örnek vermişler.  Pekin’in çok tozlu bir yer olduğunu göreceksiniz, diyor kitap, evet, gördük gerçekten de.  Kışın zaman zaman toz fırtınaları şehri mahvedermiş.  Ben tozun müsebbibini nereye baksak gördüğümüz inşaatlar sanmıştım, meğersem sebebi, kontrolden çıkan böcekleri barındırıyorlar diye Mao’nun Pekin civarındaki bütün çimleri söktürmesiymiş.  Böceklerin artmasının sebebi ise serçelerin yok edilmesiymiş!  Tahılları yedikleri için yok edilen serçeler aslında böcekleri de yiyorlarmış! Mao ayrıca 1950′de de şehirdeki bütün köpekleri öldürtmüş.

Mao Pekin’e yerleştiği zaman şehirde 8.000 tapınak ve eser mevcutken 1960′larda sadece 150 tane kalmış.  En trajikomik olanı ise, eskiden Ateş Tanrısının Tapınağı olan binayı ampul fabrikası yapması herhalde.

Bana ilginç gelen başka bir şey ise bu kadar Mao resmi ve heykelinin yanında Çin’i şimdiki haline getiren Xiaoping’in esamesinin okunmaması.  Mao’ya oranla çok daha kendi halinde bir adammış ama dinsiz ülkede din komünizm olunca, Mao’dan kalan boşluğu bir şekilde doldurmalarını beklerdim.  Gördüğüm kadarıyla o boşluk “hırs”la doldurulmuş durumda.  (Dünyamız için) hayırlısı artık.

Gün bu kadarına yetti, hava karınca, Yasak Şehri göremeden dönmek zorunda kaldık.  Güneş batarken meydanın etrafındaki trafiği durdurdular ve bir bayrak indirme töreni yaptılar.  Ben etkileyici birşey bekliyordum ama doğrusu hayal kırıklığına uğradım.  Belki bir Türk olarak bu tarz gösterilere alışık olduğum içindir.

Holiday Inn Beijing
Otele dönünce bu sefer otel kompleksinin içerisindeki bir vejeteryan uzakdoğu lokantasında yemek yedik. Bayağı güzel bir yemekti.  Vejeryanların bazıları et tadında ama aslında et olmayan şeyleri pişirmekte ustalar, burada da o cins enteresan yemekler yedik.  Tek faulleri İsviçreli ve haliyle fondü konusunda bir uzman olan Esther’e fondü hakkında ukalalık yapmaları oldu.  Yemek bitince Esther Arthur’u yatırmaya çıktı ve Erdoğan’la ikimiz otelin barına gidip birer bira içmeye karar verdik.

Bara girmemizle beraber bir acayiplik olduğunu hissettim.  Etrafımızda bir dolu Çinli kadın vardı ama buna karşılık hemcinslerimi, Erdoğan’la bendeniz hariç sadece bir barmen temsil etmekteydi.  Daha ilk biramızı söylemeye çalışırken iki üç tane kadın sağımıza solumuza mevzilendiler.  Hemen “Çin’e hoşgeldin şekerim”, “Do you want to talktalk?” gibi klasik repliklerle araya girdiler, biramızı alıp kaçmak zorunda kaldık.

Erdoğan ile bir sonraki sene yine Pekin’de buluşmak üzere sözleştik.  Bu sefer ben birkaç gün daha kalıp şehri adam gibi görmeyi planlıyorum.  Hedeflerim arasında yasak şehir, devrim müzesi, yazlık saray, Baiyun Guan tapınağı, hutonglar ve tabii ki (aydan görünmeyen) Çin Seddi var.

Pekin’de belki bir hafta geçirilebilir ve mümkünse geçirilmelidir, Pekin Şangay’a oranla çok daha Çin çünkü.

İstanbul, 2008

2 Replies to “Pekin”

  1. Pingback: Genç bir Budist rahip; kolunda Rolex, altında Toyota... Çünkü burası Japonya! - Diken

  2. Hey Emin!

    Too bad there is no (t yet?) an English version of your feedback of your visit in China, I would love to see your point of view! I think the world seen through Emin’s eye is definitively worth ‘reading’!

    Congratulations to find the time to run this website and hope to see you soon in our next destination : )

    Esther

Yorum Yazınız / Leave a Reply