Mrs. Dalloway, Virginia Woolf

Okuma cemiyetimizin ikinci kitabını seçerken östrojenin ağır bastığını ve seçimden (Mrs. Dalloway, Virginia Woolf) pek memnun olmadığımı Puslu Kıtalar Atlası yazısında yazmıştım.

Maalesef korktuğum başıma geldi. Bütün uğraşlarıma rağmen kitabı sevemedim. Okuma cemiyetinin söz konusu toplantısında tabii ki azınlıktaydım, zorla okuyanlar, aman ben hala bitiremedim toplantıyı erteleyelim diye ağlayanlar bile sonuç olarak Mrs. Dalloway’e bayılmışlardı. Kadın dayanışması mıdır nedir? (Hikmet Bey’i tenzih ederim.)

Toplantının başında herkesin rengi belli olunca tek başıma kaldığımı anladım ve acı acı gülümsedim. Birkaç saat boyunca karşı taraf tarafından sıkıştırıldım; detaycılıkla, takıntılı olmakla, mühendis kafalı olmakla, bu kafayla modern resimden de birşey anlamamakla suçlandım. Hikmet Bey “Bana bak, sen modern roman falan okuyamazsın, Ulysses’i de unut!” dedi. Suçlu suçlu önüme bakarken, Burcu Hanım kendisinin düşünce prosesinin aynen kitaptakı Bayan Dalloway’inki gibi kelebekvari olduğunu, bir excel tablosuna bakarken tablodaki rakamları bir gemiye benzettiğini dana sonra gemide güvertede oturan beyaz şapkalı adamı düşündüğünü ve acaba o adam zamanında karşılaştıkları partide kendisine “Burcu Hanım, siz de enginar sever misiniz?” diye sorarken aslında ne demek istediği konusunda teoriler ürettiğini anlatınca şaşkınlıktan içmekte olduğum beyaz şarabı üstüme dökerken insanlık nereye gidecek diye hayıflandım.

Mrs Dalloway Kapak

Clarissa Hanım Partisinde Her Zamanki Gibi Gençleri Çatlattı!
Ama Belindeki O Çiçek Hiç Olmamış, Gören De Çiçek Mezatından Geliyor Zannedecek Ayol

Birazdan Mrs. Dalloway’i neden sevmediğime geleceğim ama öncelikle en azından okuma cemiyetimizin bir sonraki kitabını kurtadığımı gururla belirtmek isterim. Adaylarımı tanıtırken aralarındaki Mysteries of Pittsburgh‘un yazarı Michael Chabon‘ın çok yakışıklı olduğunu, Pulitzer ödüllü olduğunu, kitabın yakında filminin çıkacağını üstelik son kitabının da Coen Biraderler tarafından filme çekildiğini anlattım. Belki unutmuşlardır diye Michael Chabon’un çok hoş bir adam olduğunu bir kez daha söyledim. “Hoş” gibi efemine bir sıfat kullandığıma da dikkatinizi çekerim. Nihayet çabalarım sonuç verdi ve Mysteries of Pittsburgh 7 üyenin 6’sının oyunu alarak bir sonraki kitabımız olarak seçildi (her üye 3 kitaba oy verebiliyor).

Mrs. Dalloway’e dönecek olursak siz sevgili okurlarımı rahatsız etmeyecekse kitap hakkındaki düşüncelerimi Mrs. Dalloway’in yorucu stilinde, Jül Sezar gibi kendimden üçüncü tekil şahısta bahsederek anlatmak isterim:

Sarapçı çiçekleri boşverdi ve Mrs. Dalloway‘i önyargılarını unutarak okuyacağını söyledi. Üstelik bir klasik olduğunu da göz önüne alarak, derinlemesine incelemesine yardımcı olacak “reader” denilen kitap hakkında başkalarının yazdıklarınını da derlendiği baskısını satın alırken, bir taraftan da internet olmasaydı ne olacaktık acaba diye içinden geçirdi ve eskiden internetsiz günlerini hatırlayınca hüzünlendi.

Okumaya başladıktan bir süre sonra kitabın bir türlü kendisini sarmadığını anladı ve pakedin içinden kendi çöp poşeti de çıkan çekirdek ambalajından sonraki en iyi icat olan internet aracılığıyla kısa bir araştırma yaparken bir yerde bilinçakışı denilen (stream of conciousness) yazı tekniği hakkında ufak bir yazı buldu ve bu sayede bilinçakışı yöntemiyle yazılan diğer kitapların listesini incelerken hayatta yarım bıraktığı tek kitap olan Çıplak Şölen (Naked Lunch, William Burroughs), en sevmediği kitaplardan Açlık (Hunger, Knut Hamsun), okurken sevdiği ama şu satırları yazarken hiçbirşey hatırlamadığı Bozkırkurdu (Steppenwolf, Hermann Hesse) gibi kitapların hep bilinçakışının örnekleri olduğunu farketti. Aynı listede Ulysses‘i de görünce acaba Hikmet Bey haklı mı diye düşündü ve ürperdi.

Kendisini teselli etmek maksadıyla bilinçakışı biraz daha anlaşılır da olabilmeli diye düşündü ve Virgina Woolf’un tek derdinin bilinç akışı olmadığını, ayrıca şiir yazar gibi yoğun yazdığını, yoğun yazmanın aslında bir okur olarak katlanabileceği birşey olduğunu fakat yoğunluk bütün romanı gerekli gereksiz kaplayınca özellikle kendisi gibi her karakterin, her sahnenin, her konuşmanın, her cümlenin, her kelimenin yazar tarafından bir amaca hizmet etsin diye oraya konduğunu düşünen okurların “düşün düşün boktur işin” atasözümüzün hatırlattığı zorluklarla karşılaştıklarını anladı ve en azından suçluluk duygusu birazcık da olsa azaldı.

Vanessa Redgrave Rol İçin Biraz Fazla Güzel Kaçmış.
Mrs Dalloway’in Sıradan Görünüşlü Bir Kadın Olması Gerekir

Şarapçı daha sonra kitaptaki karakterleri tek tek gözünün önüne getirmeye ana karakter Mrs. Dalloway’den yani pek bir özelliği olmayan ve ana meşgalesi parti vermek olan bir yüzyıl başı ingiliz hanımefendisinden başladı. Mrs. Dalloway’in kadınların vallahi sadece kuaförde sıralarını beklerken okudukları sosyete dergilerinde (pardon sosyete artık out, cemiyet in) ve artık boyalı basınımızın ilavelerinin ikinci sayfalarında resimleri çıkan, nereden geldiği bilinen veya bilinmeyen paralarını insanlara parti vererek harcamayı tercih eden hanımefendilerden pek bir farkı olmadığını ve bu hanımefendilerin elbise almaya Nişantaşı’na giderken neler düşündükleriyle ilgilenmediği gibi Mrs. Dalloway’in düşüncelerinin de kendisine zaten bu çocuklu günlerde zor bulabildiği değerli kitap okuma zamanını boşa harcatan satırlar olduğunu öfkeyle farketti.

Kitaptaki önemli karakterlerden Peter Walsh denen ne istediğini bilmeyen işe yaramaz adam ise geçmişte anıdığı bazı ortayaşlı, geçmişte yaşayan adamları hatırlatmıştı ama onlar bile daha ilginçlerdi, Big Lebowski‘deki harika karakterlerden Walter’dan esinlenmek gerekirse onların en azından ethosları vardı.

Hadi Hugh Whitbread hiç sevmediği bir tanıdığını çağrıştırıyordu, belki ona nefretini bu dandy‘ye kanalize edebilirdi ama hayır, Hugh Whitbread bile karakter gelişiminin olmadığı, eşek gelenin eşek gittiği bu kitapta yarım bir karakter gibiydi.

Şarapçı en enteresan karakter olma potansiyeline sahip olan Septimus’u bile sevemedi, ki gene de içlerinde en sevilesi karakter oydu galiba.

Şarapçı bazen namussuzca kitaplardaki ve filmlerdeki en pis karakterleri sevdiği için bu kitabın kötü adamları olan iki doktoru da sevebilirdi belki, lakin bu doktorlardan nefret edemediği gibi adamların kötü adamlıklarını adeta bir ders kitabı gibi yazılmış olan Ayn Rand’ın sıkıcı kitabı Fountainhead‘deki kötü adamlar gibi karikatürize buldu. Bu noktada Şarapçı’nın Virgina Woolf’u Ayn Rand ile karşılaştırması aslında biraz tehlikeliydi zira okurlar yanlış bir intibaya ulaşabilirlerdi; şayet Woolf Rand’ın yarısı kadar bile kötü olsaydı Şarapçı bu kadar da uğraşmazdı.

Bu kadar uğraştığına göre kitabın güzel yanları da yok muydu? Sevmesine yetmese de vardı, mesela bir karakterden diğerine geçerken günümüzün sinema tekniklerine benzer teknikler kullanılmıştı; romanın Londra’da geçtiğini Şarapçı’ya zaman zaman hatırlatan (yazar Londra’da bir günde geçen bir kitapta o günü neden güneşli yapmıştı, ne anlatmak istiyordu?) saat kulesi Big Ben’in çanları önce bir karakter tarafından duyuluyor, daha sonra aynı çanı duyan ikinci karaktere geçiliyordu veya aslında birbirlerini tanımadan aynı parkta dolaşan iki karakter aynı yere baktıktan sonra bir bakmışsınız Woolf ikinci karaktere atlamış oluyordu.

Mrs. Dalloway, Arka Kapak

Kitabın En Güzel Yanı Bitişi Oldu

Şarapçı araştırmaları sırasında enteresan bir websitesi ile karşılaştı, kendisinin normal şartlarda yapmaktan çok zevk alacağı şeyi birisi yapmıştı ve Mrs. Dalloway’in yürüyüşünü fotoğraflarla internete koymuştu belki de bu yazıyı ödevini beleşten yapmak için okuyan öğrencilerin işine yarayabilirdi.

Şarapçı kitabı bitirdikten sonra belki kendisinin görmediği bazı muhteşem detayları gören akil kişiler fikrini değiştirmeye yardımcı olurlar diye düşünerek kitap hakkında yazılmış övgü dolu yazıları okumaya başladı. Daniel Mendelsohn’un güzel yazısında Mrs. Dalloway’le çok iç içe geçmiş bir kitap olan ve sonradan filmi de çekilen Hours hakkında yazdığı yazıda kitabın (veya filmin) her kısmındaki kahramanın bir parti planlarken beklenmedik bir misafirinin geldiğini, karakterin evden kaçtığını ve birşey yaratmaya çalıştığını yazarak kitabı çok güzel özetlediğini düşündü.

Şarapçı utanmazca acaba ben kitabı nasıl özetlerdim diye kendi kendine sorduktan sonra denemeye karar verdi: Mrs. Dalloway birinci dünya savaşı sonrasında Londra’daki bir sosyete hanımefendisinin bir parti planlarken düşündüklerinin anlatılması vasıtasıyla zamanın baskıcı erkek dünyasına karşın bir kadının erkekler tarafından küçümsenecek düşüncelerinin de bir romana konu olabileceğini gösteren, bunu yaparken de dünyanın normal bir insana oranla aklını kaçırmış bir başkası tarafından nasıl görülebileceğini okuru sıkıntıdan patlatarak anlattığı, içinde bir espri anlayışı barındırmayan bir misyon romanıdır.

Şarapçı Woolf’un James Joyce’un Ulysses kitabı için “cahil ve az gelişmiş bir kitap, kendini eğitebilmiş bir işçi yazmış, bu tür yazarların ne kadar sıkıntı verici ne kadar benmerkezci, inatçı, kaba, etkileyici ve sonuç olarak mide bulandırıcı olduğunu bilirsiniz” yazacak kadar utanmazca elitist bir aristokrat olmasına rağmen aynı zamanda çok akıllı ve çalışkan bir kadın olduğunu kabul etti ve bir romanını değil de edebiyat dışı bir kitabını okusaydım belki sevebilirdim diye içinden geçirdi.

Ama sonuç olarak 20. yüzyılın başında, kadınların haklarını almaları açısından önemli birisiydi Woolf. O bakımdan da takdir etmek gerekirdi. Varlığıyla ve eminim zamanında hissettirdiği yokluğuyla izini bırakmıştı. “Oradaydı”.

8 Replies to “Mrs. Dalloway, Virginia Woolf”

  1. Mrs. Dalloway i soluksuz okuyup bitirince bu tarz kitaplari rahatlikla okuyabilirim sanmistim ama benim de dusunce prosesim kelebekvari olmasina ragmen yazarin diger kitaplarindan, cok hevesle aldigim, “Kendine Ait Bir Oda” yi ve digerlerini elimde surundurdum.

  2. Hafiye: Yok ya biz Faulkner okumamıştık, veya belki de ben gittikten sonra okumuş olabilirler. Ama bak evde As I Lay Dying’in bir kopyası duruyor, şimdi sen bunu yazınca daha bir korktum…

  3. Bu bilinç akışı yöntemini (stream of consciousness) bize lisede anlatmışlardı ya. Hani Faulkner vardı. As I Lay Dying’i okutmuşlardı. Hatırladın mı? O da zor gelmişti bana. Belki de o zamanki bana zor gelmiştir şimdi okusam farklı olabilir. Neyse işte, o gün bu gündür dikkat ederim. Bu yöntemle yazılmış kimi romanları sular seller gibi hızlı okuyup tadına doyamazken kimilerini de yirminci sayfalarında süründürdüm yıllarca. Ulysses ve Tutunamayanlar gibi.

    İşte mesela bu yöntemle yazılmış en rahat okunan roman Catcher In the Rye’dır kendi tecrübelerimce. Onu okumadıysan oku. Çok rahat edeceğine eminim. Yani olay narration tekniğinde değil de sanki bilincini didik didik ettiğimiz kahramanı ne kadar merak ettiğimizde bitiyor sanki.

    Ya da ben az entellektüellerin veya çocukların bilinçlerini rahat okuyabiliyormuşum gibi bir sonuç da çıkabilir tabii 🙂

  4. Geçenlerde Emin Bey’e, Nick Hornby’nin The Pollysylabic Spree adlı kitabındaki tarzını niye şarapçı’daki edebiyat yazılarının tarzına benzettiğimi açıklamaya çalışıyordum ve örnek vermeye kalkınca tıkanıp kalmıştım. O muhabbetin üzerinden günler geçti ama şimdi bu yazı gayet güzel bir örnek olabilir. Şöyle ki, ikisinin de hoşlanmadığı (/hoşlandığı/) kitapları, klinik, steril bir mesafeden tarif etmek yerine, bu kadar taraflı bir tutkuyla yerin dibine sokup çıkarması (/hiç usanmadan sürekli övgüler düzmesi/), üstüne üstlük bunu okuyanı güldürerek yapması ve arada hiç utanmadan bazı insanlara laf atması bana müthiş keyif veriyor. Başarılarının devamını diliyorum, her ikisinin de. Ve içlerinden bir tanesi sahiden Ulysses’den uzak dursun, hepimizin iyiliği için.

  5. senin gibi ince eleyip sık dokuyan biri için yazının ilk yarısındaki 3 typo Mrs. Dalloway’den daha ilginç geldi. Bir sorun yoktur umarım 🙂

Yorum Yazınız / Leave a Reply