Mardin, Midyat ve Hasankeyf

4 günlük Halfeti-Urfa-Midyat-Harran-Mardin-Midyat-Hasankeyf gezimizin ikinci yazısı ile devam ediyorum.  İlk yazıyı şuradan (Halfeti, Urfa ve Harran) okuyabilirsiniz.

Dara Harabeleri
Göbekli Tepe’den Mardin’e giderken yolda Büyük İskender’in meşhur rakibi Pers İmparatoru Dara’nın (Darius III) adıyla bilinen antik şehre uğradık.  Şehir Perslerin Nusaybin’ine karşın Romalılar tarafından civardaki savaşlar esnasında soluklanmak amacıyla kurulmuş olduğundan bir mezarlık ve bir sarnıçtan başka turistik birşey yoktu.

Dara

Romalı Müteahitler Yapmış, Hala Ayakta (Fotoğraf İzi K.)

Dara sarnıcı da aynı Göbekli Tepe gibi tamamen şans eseri bahçeyi kazarken bulunmuş etkileyici bir yapı. Şimdi temizlenmiş ve yolunuzun üstündeyse görmeye değer.

Etrafınızdaki nesnelere ait Wikipedia maddelerini gösteren Wikihood adlı iPad programını bütün gezginlere şiddetle tavsiye ediyorum.  Onun sayesinde, İstanbul’u yıkan meşhur Romalı İmparator Septemius Severus’un büyük evladı Karakalla‘nın (ki babasının ardından şehri yeniden yapmış) tam burada – afedersiniz def-i hacet ederken – koruma subaylarından biri tarafından öldürüldüğünü öğrendim.

Mardin
İstanbul’u tamir ettirmesi dışında pek sevilesi özelliği olmayan Karakalla’nın ölüm mekanını ardımızda bırakarak Mardin’e devam ettik.  Otelde (Erdoba Konakları) birkaç bina olduğundan çekilen kurada bana ana bina çıktı ama asıl güzel olan diğer konaktı, ayarlayabilene şiddetle tavsiye ederim.  Mükemmel bir eski Mardin konağında kalmak bir yana, ana binaya gidiş geliş için otelin eşeklerinden istifade etmek de işin bonusu. Mardin’deki dar sokaklara motorlu vasıta girmediği için birçok meslek erbabının (postacı, çöpçü, inşaat malzemecisi, manav vs.) eşek kullandığını eklemek isterim.

Mardin ve Eşek

Mardin’in Kovboyları… (Fotoğraf Stef K.)

Kısa bir dinlenme sonrası İstanbul, Bostancı’da da bir şubesi bulunan Cercis Murat Konağı’na vardık.  Sahil manzaralı terastaki yerimize Ekim serinliğine rağmen yerleştik.  Önce aşağıda resmini göreceğimiz tadım tabağı geldi.  Bu her kaşık için bir çukur yer bulunan tabakların ve kaşıklarının tescilli olduğunu ve şehirde bu yüzden davalık olan esnaf olduğunu şaşırarak öğrendik.

Cercis Murat Konagi Mardin

Sağdaki Tepsideki Herşeyin Bir Anlamı Var. Diğerlerini Hatırlamıyorum Ama Nar Üç Çocuk Yapın Demek

Yemek sonrasında aramızdan bir çifti lokantaya kurban verdik ve garsonlar onların üzerinden bize bir Mardin kına gecesi gösterdiler.  Olayın kahramanları bizim karı koca idi ama figüranların garsonlar olacağını önce anlamadık. Arka planda nasılsa hepsi akraba olan 6-7 kişilik bir müzik grubu Türkçe ve Arapça şarkılar çalarken garsonlarımız müzikle birlikte metamorfoz geçirmeye başladılar.

Quentin Tarantino’nun yakın arkadaşı olarak bilinen Robert Rodriguez’in From Dusk Till Dawn diye bir filmi vardı. Bu filmde Meksika sınırındaki bir barda gece belli bir saatten sonra barmenler vampire dönerler ve ortalığı dağıtırlar. Bizim Cercis Murat Konağı garsonları da hava kararırken ufak ufak danslara başladılar. Sonra yan masamızda oturan masum çift alındı ve ortaya getirildi, gelin olanın başına kırmızı bir tül geçirildi ve onu orada unuttular. Damat önce bir güzel traş edildi – ama traş dediysem arada elde açık ustura ile bir Tarantino filmi olan Rezervuar Köpekleri‘ndeki gibi göbek atılarak.

Traş bitince garsonlar iyice delirdiler ve damadı ortalarına alıp zorla dansettirerek (Red Kit’te ayaklara ateş etmek suretiyle yaptırılan dansları hatırlayınız) itip kakmaya başladılar. Ardından o da yetmezmiş gibi “Hadi, 1-2-3!” dedikten sonra pataküte giriştiler.  Damat ne olduğunu anlayamadan tekrar göbek atma seansı başladı.  Bir süre bu şekilde dayak, dans, dayak, dans devam edildi.  Sonlara doğru artık bizim gruptaki sadistlerden de dayağa katılanlar oldu, hatta damat yerdeyken sırtından tekmelendiğini görenler var. Arada izleyenler de iki üç tokat yediler ama ben bu esnada ıslık çalaraktan terasın öteki ucuna sahil manzarasını izlemeye kaçmış olduğumdan pek iyi göremedim.

urfamardin_uyduantenleri.jpg

Mardin ve Uydu Antenleri (Fotoğraf: İzi K.)

Ertesi sabah haliyle dayak yemiş gibi uyanmamıza rağmen yılmadık ve kahvaltı sonrası Mardin sokaklarında yürüyüşe çıktık. Mardin’in diğer tarihi şehirlerimizden en büyük farkı, şehir eski binaların yıkılıp yenilerinin dikilmesiyle çirkinleşmiş olsa da yeni binalar da aynı renklerde olduğundan bu durumun çok fazla göze batmaması. Her çatıda 6 tane uydu anteni de olmasa aslında kitsch bir uyum var bile diyebiliriz. Rehberimiz Ali Bey Mardin Valisinin şehrin tarihi dokusunun korunması için iyi çalıştığını anlattı, ki biz de Cumartesi sabahı Mardin Müzesi’ne giderken makam arabasından çok çevik bir şekilde inip teftişe giden Vali Bey’i gördük.

urfamardin_mardin.jpg

Umudumuz Mardin’in 5-10 Sene Sonra Kapadokya Gibi Revaçta Olması

(Fotoğraf: İzi K.)

Mardin sokakları yürümeye değer, zaten başka türlü anlamak mümkün değil.  Özellikle Hacı Kermo Ailesi’nin (Murathan Mungan’ın mensubu olduğu aile imiş) mahallesini tavsiye ederim. Burası Birinci Cadde’den (bir ikincisi zaten yok) aşağı doğru giderken içinden geçilen mahalle.  Taş sokaklar, abbara denilen sokakları birleştiren kemerli geçitler, güzel binalar, sokaklarda yarı Arapça yarı Türkçe konuşan çocuklar, eşekler, küçük dükkanlar ile Türkiye’de artık çok göremediğimiz kadar şehrin eski halini hissetiren bir atmosfer var.

İtalya’da Roma’dan kuzeye giderken tepelerin üstünde kurulmuş eski şehirler vardır, Mardin civarındaki şehirler ve kasabalar bana oraları hatırlattı.  Aynen o şekilde düzlükte birden bire çıkan bir yükselti ve üstüne hiç boş yer bırakılmamacasına yerleştirilmiş evler.  Mardin civarında bu taş binalar genellikle köşeli ve düz çatılı, etrafta bitki de olmadığından bütün şehir tek renkten oluşuyor, adeta toprağın bir uzantısı gibi.

urfamardin_mardinsokak.jpg

Montegue’gillere Buradan Mı Gidilir Sinyore?

Mardinliler gece olunca kuruyemişlerini alır, şehirden önlerinde Suriye’ye doğru uzanan ovaya bakmaya çıkarlarmış; bu işe de “sahile gitmek” denirmiş.  Gerçekten de gece bakınca karanlık ova bir deniz, aralardaki yerleşim yerleri de birer ada gibi duruyor.  Hem gece hem gündüz çok dinlendirici, tarifsiz bir manzara.

Mardin Müzesi

Mardin Müzesi (Süryani Katolik Patrikhanesi)

Sokaklarda dolaştıktan sonra çok fazla görecek şey olmayan Mardin Müzesi’ne, ordan sonra da Kırklar Süryani Kilisesi’ne uğradık.  Kırk Şehitler‘in hikayesini Londra’daki Turks sergisindeki bir rölyefte görmüştüm, Sivas’ta hristiyan oldukları için Romalılar tarafından kışın gölde dondurulup sonra da yakılan 40 şehit meğersem Süryani Kilisesi’nde de çok önemliymiş.

Kilise restore ediliyordu ama yine de Papaz (Abuna) Gabriel Bey bizleri gezdirdi ve yukarıdaki odasında Süryaniler ve Mardin’deki hayat hakkında birazcık sohbet ettik.  Kilisenin hemen arkasında çocukluk arkadaşım Cenk’in dedesinin evi varmış, gidip baktık ve fotoğraflarını çektik ama şimdiki kiracı biraz huysuzca bir teyze olduğundan bir fazla dolanmadan kaçtık.

Mardin Ovasi

Otelimizden Sahil Manzarası

Deyrülzaferan Manastırı
Mardin’e 5km mesafede Süryanilerin en önemli mekanlarından birisi olan Deyrülzaferan Manastırı bir kayanın üstüne kondurulmuş.  Temeli 493 yılında atılan bina 1926’ya kadar (Patriğin Suriye’ye gidiş tarihi) Süryani Patrikhanesi imiş. Güneydeki ovaya hakim olduğundan bir ara Bizanslılar tarafından kale olarak da kullanılmış. Tahmin edeceğiniz üzere Timur burayı da yağmalayıp kilisenin tavanındaki altın mozaikleri eritip götürmüş.

Manastırın etrafındaki dağlarda da mağaralarda keşişlerin inzivaya çekildikleri mağaralar var.  Bir proje bu mağaralara teleferik yaparak gezilmesini sağlamakmış, umarım kısa zamanda yapılır zira hem mağaralar enteresan hem de manzaranın müthiş olduğunu tahmin ederim.

Manastırın en alt katında bina henüz bir pagan tapınağı iken güneş tanrısına tapmak için yapılan ve tavanı taştan yapılma enteresan bir oda var. Tek penceresi güneşin doğuşunu görmek için doğuya bakıyor.  Bütün manastır bu güneş tapınağının üstüne yapılmış.

Deyrülzaferan ve etrafındaki 380 dönüm arazi dünyanın her tarafındaki Süryanilerden gelen bağışlar sayesinde çok iyi durumda.  Burada bizi Ali Bey değil manastırda çalışan ve işini çok severek yapan bilgili bir delikanlı gezdirdi.  Bir ara kendisi gibi Süryani gençlerine evlenecek gelin bulmakta artık zorlandıklarını dolayısıyla Suriye’li Süryanilerden gelin gelmesinin söz konusu olduğunu anlattı.  Burada yediğimiz güzel öğle yemeğini de bir Suriyeli Süryani gelin hazırlamıştı zaten.

Menüde ezogelin çorbası sonrasında, fettuş (kısıra benzer) salata, haşlanmış mardin usulu basık içli köfte, yaprak sarma, firik pilavı, iç pilavlı tandır ve tatlı olarak kahiye (Antep katmerine benzeri şişmanlatıcı bir tatlı) vardı.  Sonunda sağolsun Süryani gelin yaptığı süryani kahvesini (kakuleli, mırra benzeri bir kahve idi) elleriyle servis etti.

Dayrülzaferan

Deyrülzaferan’da Zamansız Bir An (Fotoğraf: İzi K.)

Dönüşte öğleden sonra sükunetini bozmak pahasına Mardin Çarşısına daldık.  Daldık dediysem o saatlerde üstüne bir ağırlık çökmüş olan çarşı Timur’un istilasına uğramış gibi oldu. Gümüşçüler, bakırcılar, manifaturacılar, şapkacılar vs. vardı.  Gümüşler ile Şahmeran desenli ıvırzıvır çok rağbet görse de alışveriş havamda olmadığımdan içim sıkıldı ve uzaklaştım.  Öte yandan çarşının arasında ova manzaralı harika kafeler var, çok tavsiye ederim.

Akşamki (yine Cerciş Murat tarafından hazırlanan) mükellef yemek ve eğlence sonrasında ertesi sabah erkenden yollara düştük.  Sabah Mardin’den çıkarken Kasımiye Medresesi’ne uğradık.  Burası son zamanlarda Cemil İpekçi havuzun kenarında defile yapmak isteyince galeyana gelen halk sayesinde gazetelere düşmüştü.  Bu sefer ertesi gün Cumhurbaşkanı geleceği için hummalı bir çalışmayla çirkince restore edilmekteydi.

Şu anda hiçbir dini önemi bulunmayan ve zamanında bütün eğitim dini olduğu için dini eğitim de veren bir okul olan binada defile yapılmasına neden karşı çıkıldığını anlamasam da Cerciş Murat Konağı lokantasının (artık gelirinin çoğu turizmden gelen) Mardin’deki ilk içkili lokanta olduğu gerçeğiyle beraber düşününce çok da şaşırmamam gerekiyor zannedersem.

Kasımiye Medresesi

Cemil İpekçi’nin Defile Mekanı

Midyat
Tur Abdin (Tanrı’nın Hizmetkarlarının Dağı) denilen ve  Süryaniler için çok önemli olan bölgenin en önemli yerlerinden birisi olan Midyat’ta otobüsümüz bizi şehrin ortasında bıraktı. Burada gölgelik bir avludaki kahvede mırra – yani içine kakule (cardamom) konulan bir kahve – içtikten sonra ara sokaklardan Sıla dizisinin de çekildiği binaya uğradık.

Burası şimdi Midyat Çevre Kültür Evi olmuş, eskiden ise Midyat’ın ileri gelenlerinden olan Cenk’in büyük dayısının kayınpederinin eviymiş.  Yukarısından bütün Midyat’ı görmek, hatta uydu antenlerini görmezden gelebilirseniz eski halini göz önüne getirmek mümkün.

Sıla dizisi bana fazla birşey ifade etmediği için gruptaki diziciler kadar heyecanlanmadım ama sevenleri için Sıla’nın böğrü deşildikten sonra kanlar içinde süründüğü merdiven, ağlarken burnunu sildiği perdeler, duş alırken yere oturup ağladığı opak perdeli banyo (böyle bir sahne vardır herhalde) falan hep bu binadaymış. Bütün seyahatte gördüğümüz en güzel bina herhalde buydu; keşke içi de dışı gibi gezilebilir olsaydı ve orijinal halinde kalsaydı.

urfamardin_sila.jpg

Şu Balkon Sıla’nın Çıkıp Uzaklara Bakarak Ağladığı Balkon Mu?

Çıkışta Midyat’ın herhalde en güzel oteli olan Kasr-ı Nehroz Oteli’nde öğle yemeğimizi yedik. Midyat’ta kalmayı planlayanlara tavsiye edebilirim, çok özenli restore edilmiş güzel bir bina. Servis de mükemmeldi.

urfamardin_manastir.jpg

Mor Hobel – Mor Abraham Manastırı’na Tırmanan Mü’minler

Sonra bir grup otelde kahve içerken daha küçük bir grup olaraktan yürüyerek 10 dakika mesafedeki Mor Hobel Manastır’ına gittik. Yolda 4-5 yaşlarındaki oğlunu manastıra götüren bir papaz ile sohbet ettik, son zamanlarda Mardin ve Midyat’ta birçok önemli binanın restore edildiğini, özellikle İsveç ve Almanya’ya göçmüş Süryanilerin bölgeye çok yardım ettiklerini anlattı.

Hasankeyf

Dönüşte Sıla dizisinde karakterlerin intihar etmek için koşarak gittikleri Hasankeyf’ten geçecektik.  Maraton mesafesine yakın mesafeyi (e intihar etmek o kadar kolay olmamalı) yoldaki ufak bir heyelan sonrasında tamir olan kısımdan stresli bir geçiş yüzünden yaklaşık 3 saatte aldık.  Yol yavaş yavaş yumuşadı ve Dicle Nehri’nin kenarından usulca gitmeye başladık.  Güneş batarken Hasankeyf’e vardık.

Hasankeyf yukarıda da gördüğünüz gibi çok etkileyici bir yapı ama sanki yıkmadan önce halkı hazırlamak istercesine bir çökme sonrasında tehlikeli diyerekten kale ve civarına girişi yasaklamışlar.

urfamardin_cocuklar.jpg

Burada bütün tatil gördüğümüz çocuk gruplarının en büyüğü ve organizesi önceki yazının başında anlattığım gibi etrafımızı sardı.  Birden bire seyahatin gündüz temalarından birisi olan sessizlik ve sonsuzluk hissinden uzaklaştık. Batan güneşle birlikte bir cuma akşamı ilkokul bahçesindeymişim gibi sesler kulağımda, uzaktaki ıssız Hasankeyf kalesine ve caminin zorlukta ayakta kalan minaresine baktım.  Kuşdili konuşan rehber kıza evyallah dedikten sonra Diyarbakır’a gitmek üzere otobüse bindim.

Diyarbakır’a karanlıkta vardığımızdan fazla birşey anlamadık.  Rehberimiz Ali Bey dediğine göre içinden geçtiğimiz mahalleye 10 sene önce olsaydı hiç giremeyecektik.  Otobüsümüz koyu renkli bazalt taşından yapılan oldukça sağlam görünümlü surların dibinde durdu.

Keçiburcu isimli burcun altındaki sarnıçta Fenerbahçe – Galatasaray maçını acılı yemeklerimiz eşliğinde izlerken yanımdaki Diyarbakırlı delikanlıya Diyarbakır’daki Galatasaraylıların durumunu sordum.  “Abi, biz burada hepimiz Galatasaraylıyızdır” cevabını alınca keyifle maçı izlemek üzere arkama yaslandım.

Yorum Yazınız / Leave a Reply