Çünkü Burası Japonya (2/3) – Kyoto

Japonya serisinin ilk yazısı burada.

Kamakura’dan Kyoto’ya geçiyorum. 

Kyoto Kamakura’dan bir sonraki başkent ve muhtemelen Japonya’daki en güzel, en görülesi şehir.  Biz de burada muhtemelen Japonya’nın en güzel oteli olan Ritz’de kaldık – ki Japon otelleri güzellikleriyle, servislerini mükemmeliyetiyle, temizlikleriyle ve bütün detayların düşünülmüş olmasıyla çok meşhurlar.  Bu Ritz, Ryokan denilen geleneksel Japon hanlarından dönüştürülmüş ama pek Ryokanlığı kalmamış.  Ryokanlarda (biz kalamadık malesef) dolaptan çıkan katlanmış yataklar, sürme kapılar gibi Japon ev düzeneği var.  (Daha önce Gökçe gidip Sarapci’ya yazmıştı, şurada lakin İngilizce.)

Golden Pavilion Altın Köşk Şogun’un Emeklilik Yazlığı

Kyoto’ya vardıktan sonra şehri gezmeden önce Altın Köşk denilen masal binasına uğradık.  Burası bir tapınak içindeki (Kinkaku-ji Tapınağı) muhteşem bir klasik Japon bahçesi içindeki bir göletin içindeki bir adanın üstünde bir ufak bina.  Aşikaga Yoşimitsu isimli Şogun Altın Köşk’ü kendisine emeklilik evi olarak yaptırmış ve öldükten sonra (1408) tapınak olmasını vasiyet etmiş.  Köşkün üst iki katı altın yapraklarla kaplı olduğu için Altın Köşk denmiş.  Burada altın saflığı ve güzelliğ ile ölüm fikrinin kirlenmesini engellemeye yarıyormuş.  En alt kat imparatorluk, orta kat Samurai, en üst kat ise Zen Budist stilinde yapılmış.  Hem bahçenin hem de altın kaplı da olsa köşkün sadeliği çok etkileyici.  Burada da birçok yerde gördüğümüz gibi Budist tapınağının bahçesinde bir de Şinto tapınağı var.

Miho Müzesi
Kyoton öncesi ikinci durağımız ise Miho Müzesi idi.  Burası da Kyoto’nun dışında, yeşillikler içinde bir dağ yolundan gidiliyor.  Rehberimiz Nemo burasının hem müze hem de tapınak olduğunu (Şinto tapınağı) ve müzenin vakfının aslında bir Şinto Tarikatı tarafından yapıldığını anlattı.  Tarikatın hamisi olan hanımefendi tekstil işinden kazandığı serveti buraya harcamış.  Müzenin küratörüne açık çek vermiş ve “Dünya’yı gez, İpek Yolu civarından güzel ne bulursan al getir” demiş, sonra da topladıkları sanat eserlerini sergilemek için meşhur Amerikalı Çinli mimar I.M. Pei’ye müze binasını yaptırmış.

Miho Müzesi Miho Müzesi’nin Girişindeki Tünelin Sonundaki Işık: Şumei Tarikatı

I.M. Pei binayı yaparken tarikatın isteklerine uygun olarak girişi bir tünelden geçerek yapmış.  Böylece bu kısa ve kavisli tünelin çıkışında müze binası beklenmedik bir şekilde aniden karşınıza çıkıyor.  Tünelin iç duvarları paslanmaz çelik ile kaplı.  Binanın kendisi ise mümkün olduğunca toprağın altına yerleştirilmiş, yine de çatıdaki kuzeye bakan camlar sayesinde çok aydınlık.  I.M. Pei duymasın ama James Bond filmlerindeki kötü adamların malikanelerini andırıyor (iyi bir şekilde tabii).

Miho Müzesi Yemek Vejeteryan Yemek ve Zeytinyağlı Havuç Suyu

Bu tarikat insanın ruhunun güzelleşmesi gerektiğine ve bunun için de etrafında güzel sanat, doğal ve özenli yapılmış yemek ve temiz bir çevre olması gerektiğine inanıyor.  Zaten bu temel inancı öğrenen herkes tarikata mensup olmak isteyebilir, üstelik müzedeki vejeteryan yemekler de mükemmel.  Havuç suyunu pek sevmem ama içtiğim en güzel havuç suyunu burada içtim, içinde sadece havuç, tuz ve kendi yaptıkları zeytinyağı vardı.  Bizim grubun Türk olduğunu anlayınca İstanbul’un hemen dışındaki mekanlarına uğramamızı da tavsiye ettiler.

Noh Noh Tiyatrocusu Kızmadan Önce (Fotoğraf: İzi K.)

Üst kattaki açıklıkta güneş batarken bir Noh gösterisi izledik.  Noh bir cins Japon müzikal tiyatrosu.  Aktörler maske ve bütün vücutlarını örten dev kıyafetlerle oynuyorlar.  Böylece hislerini izleyicilere anlatmak için sadece elbisinenin altından az buçuk anlaşılan vücutlarını kullanıyorlar.  Biz Hagoromo isimli oyunu izledik.  Aktör öncesinde biraz bilgi verdi ve hangi duyguları hangi hareketlerle anlattıklarını gösterdi (neyse ki) yoksa birşey anlamayacaktık.  Bazı hareketler evrensel, kızınca yeri tekmelemek, üzülünce başı eğmek gibi ama yine de alışmayanın anlaması kolay değil.

Müze ve tarikatta tam çözemediğim şey İtalyan etkisi idi.  O kadar ki müzenin yemek işlerine bakan Keiiçiro ile onun İngilizcesi benim İtalyancamdan daha kötü olduğu için İtalyanca konuştuk.  3 sene İtalya’da kalıp doğal tarım yöntemlerini incelemiş.  Bize ikram ettikleri şarap da İtalya’da yapılıyormuş.  Yemekten önce bizlere uzun teşekkürler de ettiği konuşmasında Keiiçiro özetle “Sebzelerinizi yetiştirirken onlara iyi bakarsanız, onlar da size iyi bakarlar” dedi.  Aslında Japon felsefesi bu şekilde de özetlenebilir.

Tarikat, mensuplarının kendi dinlerini (ne olduğu önemli değil) koruyabileceğine hatta kendileri ile beraber aydınlananların kendi dinlerini de daha derin ve anlamlı yaşadıklarını savunuyor.  Çünkü burası Japonya!

Zen Meditasyonu ve Falaka
Kyoto’ya vardıktan sonraki durağımızda Nemo’nun meditasyon hocası bizi meditasyon salonunda karşıladı.  Meditasyon salonu sürme dolaplı, yere oturmak için tasarlanmış dikdörtgen bir salon.  Her kapalı mekanda olduğu gibi ayakkabılarımızı dışarıda bırakıp minderlerin üstüne bağdaş kurduk.  Hoca önce bize kısaca ne yapacağımızı ve ne yapmayacağımızı anlattı.  Zen Meditasyonunun bildiğim Hint usulünden farkı gözleri kapamak yerine önünüze açık olarak dikmeniz ve o şekilde durmanız.  Ben bildiğim gibi yaptım, Japon usulü kim olursan gel mantığı olduğu için uygun düştü.

KyotoMemleketi Düşünmedim, Kyoto Sokaklarında

Meditasyon seansı sonundaki soru-cevap kısmında hocaya önünde yerde duran yassı sopanın ne olduğunu sordum.  Bazı öğrencileri meditasyon sırasında uyuyunca onları “uyarmak” için kullanıyormuş.  Gülerek bazen sopanın kırıldığını ama bize öyle yapmayacağını da ekledi!  İlkokul Hayat Bilgisi kitabındaki mahalle mektebindeki falaka hikayelerini hatırlayacak yaşta olanlar parmak kaldırsın!

Aikido’da Kullanılan G-Noktası
Rehberimiz Nemo meditasyon çıkışında bizleri Butokuden Salonu isimli Japonya’nın en eski uzakdoğu sporu salonuna götürdü.  Burası da etrafında az miktarda seyirci yeri ve bizim önemli camilerdeki gibi bir hünkar mahfili olan bir diktörtgen tatami (dövüş minderi).  İmparator hala burada gösteri izlermiş.

Nemo’nun Japonya’da kalmaya karar vermesine ilham veren kişi olan Aikido hocası 2 öğrencisi ile önce bizi selamlayıp sonrasında ufak bir gösteri yaptılar.  Hoca 65 yaşında ama kendisini parke zemine sırtüstü atacak kadar çevik ve kuvvetli.  Aikido’yu icad eden adamın öğrencisinin öğrencisi imiş.  Bize ufak birkaç hareketle 65 yaşında bir adamın yağız Türk genci delikanlıları nasıl yerde süründürebileceğini gösterdi.  Yerde sürünen erkeklerin bazılarının kolları ertesi gün bile hala mor idi.  Bir de bileğimizde bulması çok zor bir nokta gösterdi (adeta bir G noktası) oraya bastırınca 1.50’lik kadınlar bir dudağı yerde bir dudağı gökte erkekleri dizlerinin üstüne çökerttiler.

Tatami Tatami Üstünde İki Olgun Usta

Ardından bir de kılıç gösterisi izledik.  Gerçek ve oldukça keskin olan bu kılıçlarla iki hoca birbirlerine saldırdılar.  Hocalar daha sonra bize de bambu bir sopayı tek seferde kesmeyi öğrettiler.  (Bu esnada tatamide ufak bir yırtık oldu, inşallah imparator görmez.)  Bize kılıç gösterisi yapmak için gelen bir hoca sadece bizler için 2 saat trenle Tokyo’dan gelmişti.  Kendisinin 70 yaşlarında bir iş adamı olduğunu ve Japonya’nın en büyük emeklilik şirketlerinden birinin kurucusu ve genel müdürü olduğunu eklemem lazım.  Bizimle tanışmaktan ve kültürünü bize anlatmaktan çok mutlu olduğunu açıkladı, çünkü burası Japonya!

Geyşa, Geyko ve Meyko
Geyşa kültürünü anlamak için en önemli yer Kyoto, gerçek geyşalar sadece burada kalmışlar.  Öncelikle uyarmak isterim ki geyşa zannetiğiniz şey değil.  Bizdeki en yakın karşılığı konsomatris, ama her geyşanın günde 8-9 saat sanat çalıştığını eklemek gerekiyor.  Geyşa’nın kelime anlamı da zaten “sanatçı”.  Kyoto’dakilere Geyko deniliyor ve çoğunlukla 15 yaşında eğitime başlıyorlar (eskiden 5 yaşında başlarlarmış).  Bizim bildiğimiz beyaz makyajlı ve büyük saçlı olanları aslında hala eğitimde olan meykolar.

Meyko Bizim Masamızın Meykosu, Japonlar Uzaylı Demiş Miydim?

İşin tarihine baktığımızda geleneğin genelevlerden başladığını görüyoruz.  Şinto dininde seks tabu değil, metal penis heykellerine tapılan dini festivalleri bile mevcut.  Japon geleneklerine göre erkekler cinsel tatmin için karılarını değil genelevleri kullanıyorlar, kadının görevleri daha ziyade domestik (yani sokakta hanımefendi ve mutfakta aşçılar – o kadar).  Ama bu genelevlerdeki iş bir süre sonra stilize olup sekssiz eğlenceye dönmüş.  İşin karı artınca da iyi dans eden, müzik yapan kadınlar seks kısmını başkalarına bırakıp  sanata odaklanmışlar ve isimleri geyşa olmuş.

II. Dünya savaşı sırasında Amerikalı askerlerin gelmesiyle geyşa imajı biraz bozulmuş (Amerikalı asker heryerde Amerikalı asker).  Daha sonraki 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yeniden yapılanma yıllarında ise kadınların fabrikalarda çalışması daha verimli olduğu için geyşalık yasaklanmış.  Japonya’nın tekrar ayağa kalktığı yıllarda yeniden açılan mekanlarda dejenere edilmiş geleneklerden ziyade eski geyşalara dönmüşler ve seks – eğlendirme arasındaki çizgi belirginleşmiş.

İçirikiçaya Geykolar Sanatlarını İcra Ederlerken

Günümüzde geyşalık geleneği diğer Japon zanaatleri gibi sıkı kurallara ve uzun bir eğitime bağlı.  Meyko olmak için bir usta ve bir de ev lazım.  Meyko eğitimi oldukça pahalı ve borçların ödenmesi bitmeden Geyko olunmuyor.  Meyko eğitimi sırasında kadınlar müzik aletleri çalmasını, çay servis etmesini, sanatsal yazı yazmasını (Japon hat sanatı), Japon edebiyatı ve şiirini, geleneksel Japon dansları yapmasını ve en ilginci müşterilerle konuşmayı öğreniyorlar.

Rehberimiz Nemo burada da bağlantılarını kullanıp bize İçiriki Çaya isimli mekanı ayarladı.  Burası muhtemelen Japonya’daki en meşhur “çayhane” ve girmesi o kadar zormuş ki olgun Japon hem de Kyoto’lu rehberimiz Kondo-San bile ilk defa geliyordu.  Hem Memoirs of a Geisha‘nın kitabı ve filmi hem de 47 Ronin (Manga ve film) burada geçiyor.  Çayhane dediysem, evet geyşalar “maça çayı” denilen yosunumsu Japon çayını ikram ediyorlar ama daha çok içilen şey sake (fermente edilmiş pirinçten yapılan meşhur Japon içkisi).

Içiriki Çaya’ya varınca hepimiz ayakkabılarımızı çıkarıp alçak masaların altına bağdaş kurduk.  Her masaya bir meyko geldi.  Önce kendisini tanıtıp adının yazılı olduğu çıkartmayı takdim etti.  Sonra konuşmaya başladık.  Bizim meykomuz çok fazla İngilizce bilmediği için pek de konuşamadık aslında ama bu esnada hem ayran kıvamında yosun tadında yeşil japon çayı hem de sake servisi yaptı.  Merak edilen başka bir soruyu da bu vesileyle cevaplayayım, bizim muhtemelen batılılaşmış zevklerimize göre geyşalar pek güzel sayılmazlar.  Ama Japon erkekleri uzaylı oldukları için bir geyşa uğruna bazen dünyalarını yıkabiliyorlar.  Konuyu Kondo-San’a sorduğumuzda “benim o kadar param yok” diye yanıtladı.

İronik bir şekilde erkek dominant Japon kültüründe en bağımsız iş kadınları geyşalar.  Hepsi de bulundukları yere bileklerinin hakkıyla gelmiş başarılı iş kadınları.  Emekli olunca başka işlere girdikleri de oluyor “Mama-san” lakabıyla çayhane işlettikleri de.  Bizim kontağımız (Nemo’nun arkadaşı) 40 yaş civarında emekli olduktan sonra caz şarkıcısı olmuş bir hanımdı.

Konseptte beklenmedik başka bir konu da geyşaların saflıkları.  Bu sadece görünümde kalmış da olabilir ama porselen tenli biblolara benzeyen bu kadınlarla konuşurken bile insan kendisini kirli bir dünyadan geldiği için suçlu hissedebiliyor.

Nemo girmeden önce bizi defalarca uyarmasına rağmen çıkarken gürültü olarak biraz ipin ucunu kaçırdık ve meykolarla resim çektirirken oradaki tek erkek olan kapıdaki abi tarafından kibarca dışarı alındık.

Not: Bu yazı daha önce Diken‘de yayınlanmıştır.

Yorum Yazınız / Leave a Reply