White Teeth (İnci Gibi Dişler), Zadie Smith (Yalın)

Kotu havali Pazar gunu fenomeni diye bir sey vardir, herkes gayet iyi bilir. Hani uyku sersemi bir sekilde kalkarsin, perdeyi kenara cekip pencereden bakarsin, hava bulutlu ve kapalidir, hic evden cikmak istemezsin. Istanbul’daysan Pazar gazetelerini cekersin onune, renksizlerden baslayarak renklilere dogru bir bir okursun, kahvalti edip goz ucuyla televizyona bakarken. Ya da, Londra’daysan, sakir sikir yagmurun sesiyle uyanirsin, ama yataktan kalkmak bile istemezsin. Birseyler atistirir, bir cay icer, televizyonun karsisindaki divana kurulursun. Eger bezgin ve tembel bir Pazar gecirmekte gercekten niyetliysen, gunun geri kalan buyuk bir kismi o divanda gececektir. Orhan Veli’nin kulaklari cinlasin; benim de kitap okuma hastaligim, iste boyle havalarda nuksetti. En son okudugum romani boyle bir Pazar gunu bitirdim — sabah uyandigimda 250 kadar okunmamis sayfam kalmis olmasina ragmen.

Bahsettigim roman, Emin’in bana dogumgunu hediyesi, Zadie Smith adli bir yirmialti yasindaki Londrali kizin ilk romani White Teeth. Turkceye yakin gecmiste Inci Gibi Disler olarak cevrilmis, Remzi Kitabevine son gittigimde Yeni Cikanlar rafinda gormustum. Zadie Smith, kuzeybati Londra’da yasayan bir “Asian” kiz. Asian: Ingilizlerin genel olarak Hintli, Pakistanli ve Bangladesli insanlara taktiklari genelleme ismi. Amerika’da Asian denince Cinli, Japon, Koreli, ve tum Uzakdogulu insanlara genelleme yapilmis oluyor. Halbuki Ingiltere’de ayni Uzakdogu genellemesine Oriental deniyor. Ama Amerika’da bir Cinli icin Oriental derseniz ona hakaret etmis olursunuz. Amerika tabii burda abes olan ulke, zira orda zenci bir insanin suratina zenci oldugunu soylerseniz aynen suratiniza yumrugu yersiniz. Amerika’da zencilere daha kibarca Afrikali-Amerikan denir. Afrika’ya hayatinda gitmemis (hatta nesiller boyu ailesinden kimse Afrika’ya ugramamis) olmasina ragmen. Ote yandan Guney Amerika’da Arap insana genelleme olarak El Turco denir (biz de gider Carlos Menem’i bagrimiza basariz, bizen biri diye). Turkiye’de ise, ne de olsa zengin bir insan mozaigine sahip bir ulkeyiz, breh breh breh, bize yabanci bu irklar cok guzel tanimlanir. Mesela Uzakdogulu insanlara “cekik” ya da daha primitif olarak “chan-chin-chon” olarak hitab edildigi duyulmustur. Veyahutta kimi yasli akrabalarimiz Araplara bazen Arapcillo derler. Velhasil, Oryantal muzik derken ne kastetildigi bilinir ama Oriental muzikle alakasi yoktur. Bir de Arabesk-Fantazi diye bir muzik turu vardir. Ordaki Arabesk’in ne oldugunu herkes bilir, ama Fantazi kisminin anlamini kimse kurcalamaz.

Neyse, Zadie’nin — on adiyla hitab ediyorum cunku: (i) Smith’e gore Zadie daha manali bir isim, (ii) yasindan dolayi arkadasim gibi muhabbetini yapiyorum — gecmisini cok bilmiyorum ama tahminim babasi Ingiliz, annesi Asian (Ingiltere anlamiyla kullandim), kendisi ise dogma-buyume Kuzeybati Londrali (aslinda ailesinde bir Jamaikalilik da var diye supheleniyorum). O mahallelerde yetistirilme sekli ve komsularini gozlemlemeleri romanindaki Asian karakterlerin hayatini bu kadar renkli cizebilmesini saglamis. Roman, o mahallelerde yasayan uc ailenin hayatlarini anlatiyor. Bu uc aile birbirleriyle epey icli-disli hale geliyorlar ve kitabin sonunda gecmislerinden geleceklerine kadar her yonlerini taniyoruz. Karakterlerin arasindaki dinamikler oldukca hareketli — hatta romanin bolunmus oldugu bolumlerin her birinin basligi bir karakterin adi ve her bolum bir karakter uzerine kurulmus.

Romanda iki-uc onemli tema var. Temalarin ilki, ve belki de en cok vurgulanmis olani, kimilerimiz icin gecmisimizin bugunumuz uzerinde olan agir etkisi. Bu uc aileden birinin reisi Samad Miah Iqbal (Bangladesli Musluman) ve diger bir ailenin reisi Archie Jones (Ingiliz ama karisi Jamaikali) Ikinci Cihan Harbinde beraber Ingiliz ordusu icin savasmislar. Isin ironik yani, Gazi Samad’in askerligi yolunu kaybeden bir kucuk bolukte pek bir olaysiz geciyor. Ama yine de sag elinin parmaklari calismiyor, kendi tarafindan birinin attigi yanlis bir kursun sonucu. Ayrica Samad’in buyukbuyukbuyukbabasi zamaninda bir Hint asi savas lideriymis. Ve hayat boyu Samad buyukbuyukbuyukbabasinin zaferlerinin ve kendi abartilmis askerlik hikayelerinin agirligindan kurtulamiyor, hatta bu agirlik altinda eziliyor, buzuluyor, uzerine de gidip ayni yukle ailesini eziyor. Calistigi Piccadilly Circus civarindaki Hint restoranindaki diger garsonlara artik ayni hikayeleri dinlemekten gina geliyor. Ayni sekilde caktirmadan romanin en onemli karakterlerinden Archie’nin fi tarihinde, 1948 Londra Olimpiyatlarinda, bisiklet yarisinda kazandigi onucunculuk odulu de (ustelik onucunculugu simdilerde mektup arkadasi olan Isvec milli takimindan Horst Ibelgaufts ile paylasmis) roman sirasinda sik sik gundeme geliyor. Bir de Samad ve Archie’nin her turlu karamsar gecmis-zaman-olur-ki muhabbetini yaptiklari, Musluman asci Abdul Mickey’nin yagli yumurta yemekleriyle meshur, O’Connell’s adli bir Irish pub’lari var. Bir cogumuzda olan bir fenomendir aslinda: gecmiste olan bir takim onemli/agir/buyuk olaylari asla unutamayiz ve de icimizde her an tasiriz. Bu konular barda icki icerken, cocuklari okula gotururken, veya iste insanlarla laflarken hep zeytinyagi gibi suyun uzerine cikar ve muhabbetin oyle ya da boyle parcasi olur, etrafimizdakileri biktirana kadar.

Baska bir tema yurdunu birakip baska bir ulkeye yerlesmis insanlarin yeni hayat kurmakta yasadiklari sikintilar, caresizlikler, ve ikilemler uzerine kurulu. Mesela yeni mutluluklar pesinde yeni ulkelere gidip yeni ulkelerdeki kurallar yuzunden eski ulkelerdeki mutluluklari ozlemek. Bizim nesilde cok var lise mezuniyetinden beri Turkiye’de yasamamis insanlar, o yuzden bu temayi gayet iyi anliyoruz. Kimimiz bir turlu yerlesemedi, hala ucundan accik tutunuyor bu yabanci ulkelere, kimimiz ise evli barkli cocuklu bir sekilde bu yabanci ulkelerin yerlisi oldu bile. Ingiltere’nin yabancilara tutumunu burda yasayan Turkler olarak gayet iyi biliriz. Belki Almanya kadar olmasa bile, bu ulke ve insanlari bir yabanciya sonuna kadar yabanci oldugunu hatirlatir. Genel olarak Avrupa’nin sorunu tabii; Amerika gibi elini uzatip rengarenk yabancilari toplumuna katmamasi belki de Avrupa’nin teknolojik olarak Amerika’dan geri kalmasini sagliyor. Goc etmis insanlar toplumun bir parcasi yapilamayinca toplum ile aralarindaki ucurum buyuyor. Romanda da Samad’in cocuklarini yetistirmek istedigi tarz ile okuldan ve cevreden ogrendikleriyle cocuklarin yetismekte oldugu tarz o kadar farkli, o ucurum o kadar buyuk ki, bavullarini yapip cocuklarini anavatana, akrabalarinin yanina gonderip, orda usulune uygun yetismelerini saglayacak planlar tasarliyor. Yalniz iki tane ucak parasi cikismiyor fukara Samad’in, ve zalim bir karar sonucu (yazi-tura da dahil olmak uzere bir cok secim metodunu denedikten sonra) ikiz ogullarindan Magid’i, zavalli anne Alsana’nin tum itirazina karsin, bir ucaga bindirip memlekete postaliyor. Hic olmazsa birisi duzgun Muslumanlar gibi yetissin mantigiyla ikiz oglanlar cocuk yasta hunharca ayrilmis oluyorlar.

Bu temanin ardindan gelen bir baska tema da ikizler Magid ve Millat’la gundeme getirilen genetik bilimi ve Ingilizce’de “nature vs. nurture” denilen (yani bir insanin karakterinin iyi ya da kotu olmasinda doganin mi cevrenin mi daha onemli oldugu tartismasi) atesli konu. Ikizler ayrilip biri Kuzeybati Londra’da Willesden Green mahallesinde yetisirken oburu memlekette Musluman bir oglan olarak yetistirilince sonucta ortaya cikan davranislarin hangilerinin genlerden, hangilerinin cevreden kaynaklandigini analiz etmek mumkun olabiliyor. Zadie bu temayi yaratirken bir de ucuncu ailenin reisi Marcus Chalfen’i tanistiriyor okurlara (Chalfen ailesi de Polonya asilli ama uc nesildir Ingiltere’deler). Marcus bir genetik uzmani bilimadami. Cok buyuk bir projesi var: bir kahverengi fareyi (FutureMouseTM diye patentini almak istiyor) dogumunun ikinci haftasinda alip, genlerini kurcalayip, bir on senelik yasam senaryosu ciziyor: ilk senesinin sonunda surasinda su tumor belirecek, ikinci senesinin sonunda birdenbire albino bir fareye donusecek, ucuncu senesinin sonunda birdenbire kilo almaya baslayacak, vesaire vesaire, tam on yasinda da su hastaliktan olecek. Niyeti bu fareyi robot gibi on sene boyunca toplumun da gorebilecegi bir cam kafesin icinde yasatmak ve de genlerin uzerinde yapilan degisikliklerin fare uzerindeki etkilerinin ne kadar programlanabilir olabilecegini vurgulamak. Yani bir nevi kader cizmek. Bir nevi Tanri olmak.

Hani Cem Yilmaz meshur gosterisinde anlatir ya, yillar once bir kapiciyla dalga gecen bir karikatur cizmis Leman’da, bunun uzerine Kapicilar Dernegi Baskani yazili kinama ve sorgu niyetli bir aciklama yapmis: “Boyle kapici yok, kaynak gosterin.” Cem Yilmaz’in cevabi ise soyleymis: “Kicimdan uydurdum, tamam mi? Kaynak: kicim!”

White Teeth’i ilk okudugumda mutlaka bu kitaptaki karakterlerin Zadie’nin kicindan uydurulmus olmadigini, hepsinin Zadie’nin gercek hayatindan alinmis karakterler oldugunu dusundum. Sonra da roman yazarlarinin yarattiklari karakterlerin ne kadarinin gercek ne kadar gercekten uydurma oldugunu merak ettim durdum. Mesela TV dizisi Seinfeld’deki meshur Kramer karakterinin aslinda Kenny Kramer adli bir gercek insandan esinlendigini tum Seinfeldseverler bilirler. Romanciyi tanimiyorsan eger, yazdiklarinin hepsini uydurma bulmak mumkun olur. Yok eger romanciyi taniyorsan soyle laflar edebilirsin: “Yahu bu karakter de bizim Indira Hanim’in oglunun aynisi” ya da “Su butun kizlari tavlayan Vishal karakteri var ya, benden esinlendi, yaa.” Ote yandan, tabii ki alinanlar da olacaktir: “Su karakter resmen bizim Rajeesh Amca, o tamam da, neden homoseksuel yapmis kirk yillik Rajeesh Amca’yi??” Sonucta su karara vardim ki, sanatcinin (roman, resim, muzik, film — hepsi) yarattiklarinin tumu sagda, solda, mahallede, ailesinde, okulunda, isinde, evinde, ruyasinda, trende, ucakta gordugu binlerce seyin birer alintisi, birer metamorfozu, birer karekoku, ya da kupkoku.

Haliyle karsilastirmaktan kendimi alamadigim Salman Rushdie kadar etkileyici olmasa da, Zadie simdiden cok kuvvetli bir yazar olmus. Renkli kelime tercihleri, zamanda ileri geri gidisleri, adeta film gibi yazilmis harika eglenceli diyaloglariyla roman olarak White Teeth’i cok begendim ve zevkle okudum. Genelde komedi bir kitap; ufaktan kahkaha attigim yerler oldu. Bitirdigim Pazar gunu havanin kotu olmasina ve son yuzlerce sayfayi bir oturusta okuyabilmis olmama tesekkur ettim. Okumayi seven ve Asian kulturuyle uzaktan da olsa ilgilenen herkes White Teeth’ten zevk alacaktir. Ote yandan Zadie’nin bazi gecmis karakterler uzerinde cok durmasini (ornegin bir ana karakteri tanitirken onun bir-iki nesil uzerindeki hikayeleri anlatmaya basliyor, sonra yavas yavas ana karaktere geliyor) kimi yerlerde cok begenmedim. Romanin sonunu da biraz zayif buldum. Her karakterin hikayesini ayri ayri tatliya (ya da tuzluya) baglamasi diye bir sart yok tabii ki ama biraz film bitisi gibi geldi. Kimbilir, belki de Zadie’nin aklinda bu romaninin filminin (Bollywood’dan cok Hollywood filmi olur) yapilmasi ruyasi var (bunu da ben kicimdan uydurdum). Mesela ben yazar olsaydim o son bolumde roman boyu ayri kalmis ikizler Magid ve Millat’in hikayesini cok daha fazla islerdim.

Londra’da yasayan bir yabanci insan ve ikiz yegenleri olan bir amca olarak, White Teeth’te kendimden de cok sey buldum. Bir romana belki de edebiyat kulturunde kalici bir yer saglayan da bunun gibi icimizden gelen, icimizde sakli hikayeleri anlatmasi zaten. Amerika kadar bariz olmasa da Avrupa’da da hepimizin farkli birer gecmisi, hepimizin ailesinin gecmiste yasadigi farkli birer cografyasi var. “Nerelisin?” sorusuna ne cevap verebilecegini kesin olarak bilmek kolayca mumkun olmuyor. Benim Istanbul sehrinin Levent mahallesinde dogmus olmam, Babamin Mersin sehrinin Mahmudiye mahallesinde dogmus olmasi, Dedemin Girit Adasinin Rethimnon mahallesinde dogmus olmasi beni nereli yapar, tam bilemiyorum. White Teeth hepimizin bulundugumuz yere nerden geldigimizi dusunduren, bitirince gidip bir aile agaci cizmek isteten, lezzetli bir roman. Ayrica ben bu karikatur tipli, bezgin bakisli, simsiyah sacli, koyu tenli, komik aksanli, siritinca inci gibi disleri gorunen Asian insanlarin abzurd hikayelerini okumaya ve Emin’le muhabbetini yapmaya bayiliyorum. Bundan sonra Londra sokaklarinda ve Hint restoranlarinda gordugum insanlarin gozlerine biraz daha dikkatli bakip ilham buldukca kafamda ailelerinin hikayelerini tasarlayacagim. Her pembe boyali sacli ya da burnu ve dudagi kupeli Hintli genc kiz gordugumde ailesine bu fiziksel degisiklikleri kimbilir ne zorluklardan sonra kabullendirmis oldugunu merak edecegim. Ayni sekilde bastonla yuruyen rengarenk elbiseli sarili sacli yasli Hintli beyfendi ve hanfendilerin torunlariyla nasil iliskileri oldugunu dusunecegim. Zadie’nin de yazarlik kariyeri boyunca yazdigi her romani okumak, kendisiyle bir gun Londra metrosunda karsilasmak, ve neden ilk romaninda Millat yerine Magid’i anavatana yolladigini sormak isterim.

Londra

Yorum Yazınız / Leave a Reply