Endelüs ve Madrid

Galatasaray sagolsun, Ispanya’yi da gorduk. Real Madrid – Galatasaray maci Ingiltere’deki paskalya tatili ile cakisinca isten de guzel bir izin alinca ortaya bir haftalik tatil cikti. Cuma sabah ucagi ile Madrid Barajas havaalanina uctuk. (Barajas’in j’si Ibrahim Tatlises “Akdeniiiiz aksamlariiii” derkenki aksam’in k’si gibi okunacak.)

Ucakta Seha ile 2 gunluk sipsak gezileri saymazsak ilk kez muasir medeniyet seviyesinde bir ulkeye gidecegimizi konusuyorduk. Fakat daha ucaktan iner inmez yurtdisi aksakliklarina sevinen butun Turkler gibi mutlu bir sekilde Ispanyol medeniyet seviyesinin pek de muasir olmadigini anladik. Ucaktan bir otobusle terminale goturulduk, terminalin onunde birakildik. Pasaport kuyrugu icin beklenilen yer bir ucak dolusu insani alamayacak kadar kucuk oldugu icin tam kapinin onunde duranlar otomatik kapinin her 10 saniyede bir ustlerine kapanmasi yuzunden arada Simpsonsvari bir sekilde duzenli olarak sikisip ciyakliyorlardi. Biz ise Turk uyanigi oldugumuz icin hizla kapiyi gecip iceri girmistik bile.

Biraz bekleme ve dinlenilen ciyaklama sonrasinda tam siramiz geldi ki pasaport kontroloru polis Ispanyolca bizi alamayacagini elindeki kagidi doldurmamiz gerektigini soyledi. Bu inis kagitlarinin neden siranin sonuna gelmeden verilmedigine soylenerek siranin sonuna gidip kagitlari doldurup siraya bastan girdik. Tek tesellimiz yanimizdaki Amerikalilara da ayni muamelenin yapilmis olmasiydi, “Biz Turkuz diye bize bunu yapiyorlar di mi?” diye hayiflanmamiza gerek kalmadi.

Bavullarimizi aldik ve Ingilizce bilmeyen kisilere (Ingilizce olarak) tren istasyonuna nasil gidecegimizi sorduk. Sonunda bir istasyon ismi aldik (kagida yazili) ve metroda yolumuzu bulmaya calistik. Madrid metrosu gordugum en modern ve temiz metroydu. (Not: Istanbul metrosunu hala gormedim.) Metro icindeki tv’den Real Madrid’in antremanini izleyip havaya girdik.

Metro ile yarim saatte tropik agaclariyla cennet bahcesine benzeyen tren istasyonuna vardik. Seha Madrid – Sevilla arasi hizli tren AVE’den biletlerimizi ayirtmisti. Fakat internetten ayirttigi icin biletlerimizi almak icin ugrasmak zorunda kaldik.

Yine kimse Ingilizce bilmiyordu, etrafta yazi yoktu. Sonunda bir danisma odasindan azcik konusabilen bir bayan bulduk bize 6 numarali peronun oraya gitmemizi soyledi. 6 numarali perona gittik, orada bilet makinasi falan aradik, yoktu. Sonra etrafa bakinirken bir masa gorduk, masanin ustundeki kagitta, “Esos tus bilettes negros AVE Internet” gibi birseyler yaziyordu. Orada bir kadin megersem elinde bizim biletlerimizle bekliyormus. Rezervasyon numaramizi gosterince biletlerimizi verdi. Internet alisverisinin de bu turlusunu ilk kez gormus olduk boylece. Tek isi elinde biletlerle bizi beklemek olan kadin biz biletlerimizi teslim alinca gitti.

Hizli tren AVE ucaktan daha rahat ve daha ucuzdu. Normal trenle 7-8 saat olan yolu 3 saatte aldik. Tertemiz ve rahat bir tren, film (tabii ispanyolca) nefes kesici Endulus (Andalucia) manzarasi ve caramelo denen ikram sekerler ile.

Ustelik ucagin inme kalkma sikintisi, kaybedilen zamani, sehir merkezine uzakligi ve etrafi goremeden dar bir koltukta sikisip oturulmasi gibi sorunlari olmadan. Ankara – Istanbul arasi hizli tren 40 yil sonra da yapilsa simdiki trenleri guzellestirerek, rahatlastirarak cok acelesi olmayan ve kelle koltukta seyahat etmek istemeyen insanlarin otobus yerine trenle sehayat etmesini saglamak niye bu kadar zor bilemiyorum.

Sevilla’da trenden inince aklima Adana geldi. Ne zaman hurma agacli sicak bir sehre gitsem aklima Adana gelir zaten. Adana milliyetcisi babam kizacak ama Sevilla Adana’nin guzeli. Hava Nisan’da Adana gibi hatta belki daha da sicak, butun sehir mis gibi portakal cicegi kokuyor, etrafta bodur palmiyeler ve hurma agaclari… Tertemiz bir sehir, sokaklarda “Havuzlar sehri Adana!” demek icin yaptirilan etrafindan arabalarin acele icinde dondugu sacma fiskiyeli gobekler yerine insanli meydanlar var. Sokaklarda yurumek iskence degil, belli ki sokak lambalari sokakta yasayanlar tarafindan tasla kirilmamislar. Sehrin gururu ise alelade bir alisveris merkezi degil, korunmus eski sehir.

Ispanyol yemekleri sicakta iyi giden soguk sarmisakli domates corbasi gazpacho disinda bol yagli, bol kizartmali hamur isleri ve 999 sekilde pisirilen domuz eti. Birkac kere basarili balik yedik, onun disinda Ispanya’nin en onemli yemegi (deniz mahsullu ve saffronlu pilav) paella ve butun barlarda/restoranlarda asili domuzlar dahil (hem ucuz olan serrano hem de daha pahali jabugo cinsleri) hayal kirikligina ugradim. Ustelik yemekler Ingilizlerin soyledigi kadar ucuz da degildi – Ingilizlere sorarsaniz Londra haric heryer ucuz tabii.

Ispanya hakkinda yazarken deginmem gereken onemli bir sey de insanlarin asik suratliligi. Bilime elim bulastigi icin olsa gerek, yaptigimin bilincinde olmak sartiyla genelleme yapmayi severim: Ispanyollar suratsiz insanlar! Sokakta suratsiz, dukkanda suratsiz, birebir suratsiz, soru sorarken suratsiz, flamenko dans ederken zaten suratsiz!

Ayrica suratsizligi gectik, zorunluluktan bile olsa kendi dillerini konusmak icin cabalayan ve alisveris yapmak niyetinde olan biz zavalli turistlere biraz daha yardimci olmalarini bosuna bekledim. Senede 60 milyon turist gelen bir ulkede, Madrid’i istisna tutarak, Ingilizce konusan insan yok denecek kadar az. Ama mesela bizde bir turist dil bilmeyen bir dondurmaciyla konusmak istese, dondurmaci el kol hareketleri ile anlasmaya calisir ve muhtemelen anlasirlar. Ispanya’da ise onumuze tabaklari atan pis bakisli garson bana (atiyorum) “Portillo con culo de pirahanita” diyor peygamber demiyor. Sozluk acmaktan baska care yok, o da fazla fiyakasiz oldugu icin mecburen parmakla nah sunu nah bunu diye gosterip ne ise yiyoruz.

Endelus’te ilk gunumuzu Sevilla’yi gezerek gecirdik. Geldigimiz gun Paskalya oncesi Cuma gunu idi (Good Friday). Paskalyadan onceki Cuma, Sevilla’nin unlu festivali Semana Santa‘nin (kutsal hafta) en onemli gunlerinden birisi. Inanisa gore Cuma gunu Isa’nin oldugu ve babasi Tanri’ya ulastigi gun. Isa uc gun sonra Paskalya gunu de dunyaya geri gelmis.

Semana Santa boyunca Sevilla ve civarindaki sehir ve kasabalarda kiliseler yuruyusler duzenliyorlar. Sevilla civarindakilerin korteji soyle: en onde ellerinde devasa mumlarla yolu aydinlatanlar, arkada bir adet uzeri cesitli heykeller ve mumlarla donatilmis platform (ve platformu alttan tasiyan adamlar) platformun ardinda yuruyus hizina uygun muzikleri calan bir bando ve en arkada omuzlarinda haclarla yuruyet muridler. Platformu tasiyanlar haric herkesin kiyafeti ayni, Ku Klux Klan kiyafetini andiran bir cubbe ve konik sadece gozleri acik bir sapka – Asteriks Ispanya’da kitabini okuyanlar bilirler. Kiyafet kadinlar tahrik olmasinlar diye degil, Tanri onunde insanlarin esitligini sembolize ediyor, yani musluman hacilarin kiyafeti gibi, ama yuzleri saclari sakallari da gorunmuyor.

Belki de cocuklar bu korkunc adamlardan korkmasinlar diye adamlar seyreden cocuklara sekerler dagitiyorlar. Hatta yuruyenlerin de bazilari cocuk zaten. Her grup bir kiliseyi temsil ediyor ve kiliselerinden aldiklari heykelleri sehrin hayvantik katedraline eski sehrin dar sokaklarindan gecirerek getirip sonra kiliseye geri goturuyorlar. Okuduguma gore bazi durumlarda butun yuruyus 12-13 saat kadar suruyor, ustelik bazi muridlerin ayaklari da ciplak – oldukca agir bir gorev ama isin ucunda cennet varsa hersey yapilir tabii. Bu arada muridler fotograflarinin cekilmesine, cocuklarin cuppelerini cekmelerine, bagirtilara, cagirtilara hic kulak asmiyorlar.

Sevilla’nin dar sokaklari bu yuruyusleri izleyen Ispanyollar ile dolu, hatta Seha’yla birbirimizden baska turist gormedik denilebilir. Herkes bayramliklarini giymis, dindar insanlari muziklerinin costugu anlarda alkislarla destekleyerek izledikten sonra Ispanyol stili saat 10’dan sonra civardaki barlara ve restoranlara dalip yemeklerini yiyor, sherrylerini iciyorlar. Bu karnaval ortami gece 2’ye kadar devam ediyor. Daha sonrasina ise biz dayanamadik, bilemiyoruz.

Sevilla’daki ikinci gun sehri gezmeye devam ettik. Gunduz kiliselerin ikonalarini yurutusleri devam ederken icinde Kristof Kolomb’un mezarinin da bulundugu katedrale ugradik. Sevilla sehrinde gorulmesi gereken turistik mekanlarin cogu Endulus Emevileri tarafindan yapilmis. (Aslinda bu butun Endulus icin gecerli.) Buna tek istisna katedral. Kolomb Amerika’yi kesfettikten (veya kizilderililere gore kizilderililer Kolomb’u kesfettikten) sonra, Amerika’dan zenginliklerle dolu gelen gemiler ilk durak olarak Sevilla’yi secmisler. Sevilla’nin Ispanya’nin en guzel sehri olmasinin bir sebebi de bu. Bir anda zenginlesen sehir halki, “Oyle bir katedral yapalim ki, gelecek nesiller bizi manyak sansinlar” dedikten sonra oradaki zaten yikilmakta olan camiyi yikip yerine Sevilla Katedrali’nin yapmislar. Roma’daki San Pietro ve Londra’daki St.Paul’s dan sonra dunyadaki en buyuk katedral olan bu yapiyi gorunce insan isin icinde gercekten bir manyaklik oldugunu anliyor. Katedrali gezerken yanimizdan gecen ukala Amerikali kadin, “Bence San Pietro bundan daha guzeldi valla” dedi, ama artik Roma’nin da kilise konusunda bazi ustunlukleri olmazsa ayip olmaz mi?

Sevilla’da diger gorulecek yerler: Emeviler ve sonra Ispanyol krallarinin oturdugu Alcazar ve bahceleri (bahcedeki labirent tavsiye edilir, bana yillar once seyrettigim bir Laurel & Hardy filmini animsatti), katedrale bagli olan eski caminin minaresi Giralda, Emeviler zamaninda altin kapli olan kule Torre d’Oro, boga guresi ringi, nehrin kenari…

Bunlarin hepsi iyi guzel, ama Sevilla’nin gorulesi seyi, daha dogrusu hissedilesi seyi eski sehrin dar sokaklari. Sokaklarin hicbir duzeni yok, o yuzden her kosede karsiniza minik bir supriz cikabilir. Ispanya’da bu surprizler: camlarindan kirmizi cicekler fiskiran beyaz bir ev, banklarda ihtiyarlarin oturdugu minik bir meydan, bir ufak sokak kafesi, arada sikismis bir kilisenin arka kapisi olabilir. Bu tur sokak surprizlerin allahi ise Emevilerin son baskenti Granada’da…

Granada
Granada’ya Sevilla’dan araba kiralayip gunubirlik gittik.  Ispanya tatilinde gördügümüz en turistik yer idi, onumuzu kesip zorla el falina bakan, ne oldugunu anlamadigim bazi otlari satmaya calisan cingene kadinlar vardi.  Ispanya’da ilk ve tek kez saticilar tarafindan taciz edildik.  Ama Hindistan’dan talimli oldugumuz icin viz geldi tabii.

Buyuk hayal kirikligi Granada’da Generalife denen bahceleri ve Alhambra sarayini gezmeye kalkinca oldu. Turistik gezi kitabimizda onceden arayin yer ayirtin dedigi icin iki kez denemis, ve (Turk gibi) telefonu kimse acmayinca, (Turk gibi) “Ne olacak canim…” deyip yola cikmistik. Asteriks Ispanya’dakine benzeyen bir trafik sikisikligi yuzunden oglen 1 gibi Granada’ya vardigimizda butun giselere Ingillizce ve Ispanyolca o gun icin bilet kalmadigini yazmislardi. Oteki gun gelmek gibi bir sansimiz da olmadigi icin mecburen kalenin ziyarete acik yerlerini gezdik, gezemedigimiz yerler icin de fotografli kitaplara bakip, “O kadar da birsey yokmus zaten” diyerek avunduk.

Her iste bir hayir oldugu icin guzelce bir oglen yemegi yiyip donus yoluna cikmak istedik. Fakat hazir vaktimiz varken bari sehrin salyangoz satilmayan mahallesini de gezelim diye fikrimizi degistirdik. Gunumuzde Granada’da sadece 10,000 kadar musluman kalmis ama mahalleleri tertemiz, bakimli, ve kesinlikle Ispanya’da gordugum en guzel yer idi.

Duygularima gore arabayi tahimini bir istikamette surdukten sonra yollar iyice daralinca bir koseye parkettik ve dar, arnavut kaldirimi sokaktan yokus yukari yurumeye basladik. Elimizde harita falan olmadigi icin ne yone gittigimizi bilmeden yurumekteydik. Karsimiza golgelik, minik meydanlar; beyaz boyali iki katli binalarla cevrili cicekli sokaklar; dis duvarlarina sanki salon duvariymiscasina cinili tabaklar asilmis evler ve en inanilmazi birden bire isini adamakilli ciddiye alan bir sokak gitaristinin onunde ogleden sonranin ruzgarinda sallanan agaclarin altina yerlere oturmus insanlarin sukut icinde baktigi sari sicak bir Alhambra manzarasi cikti…

Bu meydan sabahki saraya girememe sinirimize surulmus serin bir merhem gibiydi. 40-50 kadar insan – cogu turist – gitariste ve sessizlige saygisizlik olmasin diye fisildiyorlardi. Karsida kartpostal gibi kuleleriyle, kizila calan turuncu duvarlariyla ucurumun kenarina tutunan Alhambra Sarayina (aramiz 100 metre kadardi herhalde) vadinin ustunden bakmaktaydik. Herkes husu icinde kendi kosesinde manzaraya bakarak muhabbet ediyordu, cigarasindan nefes ceken Ispanyol yattigi balkon trabzani gibi yerden asagi dusecek diye endise ettik.

Granada’nin musluman mahallesinde evlerin dislarina tabak asmalari cok hosuma gitti. Ispanyollar sagolsunlar biz Turklerin aksine evlerinin icleri gibi dislarini da temiz tutuyorlar. Bizde Mercedes araba sahibi insanlar evlerinin dis duvari icin bir kova boya bile almaya tenezzul etmezler. Evlerin icin paha bicilmez antikalarla, italyan mobilyalarla bile dolu olsa dislari bit pazarindan ucuza alinmis gibidir. Ispanya’da cocuklarin sokakta oynadiklarini, kadinlarin camarislarini balkonlara astiklarini, ev onunde eteklerini altlarina toplamis oturduklarini gormedim. Yani bize oranla cok daha eve kapali bir kulturleri var, ama buna ragmen sokaklari evleri kadar temiz ve bakimliydi. Evlerinin dis duvarlari ic duvarlari kadar ozenliydi. Uzulmemek mumkun mu?

Hava yavas yavas kararmaya basladiktan sonra guzel meydani birakip donus yoluna cikmak zorunda kaldik. 2 saat donus sonunda aksam Sevilla’da buyuk bir hata ederek yer ayirttigimiz turistik flamenko gosterimize kosturduk. Flamenko zaten sevmem, Amerikali liseli kizlarin kalkik kasli islak sacli adama laf atmalari ile dolu iskence gibi bir iki saat sonrasinda butun gun gunes altinda kavrulmus bedenlerimizi yataga teslim etmeye otele donduk.

Ronda
Endulus’teki son gunumuzde ise Aygen’in tavsiyesini dinleyerek Ronda’ya gittik. Ronda boga gureslerinin bildigimiz sekliyle ilk kez yapildigi yer. Boga guresini mucidleri Rondali bir baba/ogul vakt-i zamaninda o kadar unlenmisler ki aranan haydutlar bile onlari izlemeye Ronda’daki boga ringine gelmeye baslamislar. Boga guresi cok merak ettigim birsey olmasina ragmen maalesef tatil boyunca denk getiremedik. Ama hakkinda kisaca okudum, hayvanseverlere karsi boga guresi severler bogalarin gures sonunda oldurulmeden once krallara layik bir hayat yasadigini ve olurken cektigi iskencenin bu hayatta yasadiklari tarafindan (4 yanlis 1 dogruyu goturur gibi) goturulecegini soyluyorlar. Ben ise en cok insanlarin boga guresini izlerkenki ruh halleri icin gitmek istiyordum, simdi gereksizce bol Oskarli Gladyator filmini de gordum, boga gureslerini daha da fazla merak etmeye basladim.

Ronda’nin konumu cok ilginc. Eski sehir (ve tipik olarak musluman mahallesi) bir plato ustunde kurulmus, dort tarafi ucurum, ama bir tarafindan iki adet eski kopru ile karaya bagli. Zamaninda buralarda cirit atan haydut cetelerinden bir tanesini halk toplu olarak sagli sollu bir etten duvar icinde dovdukten sonra sag kalanlarini ucurumdan asagi atmis, Ernest Hemingway’in Canlar Kimin Icin Caliyor romaninda bu olay biraz degistirilmis bir halde bahis konusu. Sehrin konumunun dezavantaji ise butun suyun toprak icine oyulmus dehlizlerle asagi indikten sonra vadinin dibinden akan caydan alinmasi. Zamaninda kusatan ordular bu cayin suyunu zehirleyerek sehri kolayca ele gecirmisler.

Butun Endulus’te oldugu gibi en guzel kisim olan artik muslumanlarin yasamadigi musluman mahallesinin dar sokaklarinda ileri geri dolandik. Birkac eski Ronda evini para karsiligi ziyarete acmislar, zamanin zenginlerinin ucurumun kenarina kondurduklari bu evlerin manzaralari gozetleme kuleleri gibi, goz alabildigince Endulus tepelerini goruyordu. Civarinda bol kan dokulmus bu sehirde karsidan gelen isgal ordularini gormediginiz surece cok dinlendirici bir manzara olsa gerek…

Madrid
Ronda’nin ertesinde AVE’ye atlayip Madrid’e donduk. Tren istasyonundan metro ile otelimize gittik ve yerlestik. Gun arkadasimizin tavsiye ettigi otelimizin yeri New York’un Times Square’ini animsatiyordu. Times Square’in eski, gercek halini.

Bilmeyenlere, son senelerde New York belediye baskani Guliani Bey kuruyu da yasi da yakarim yontemi ile Times Square’i gicir gicir etti ve bol isigindan baska heyecanli seyi olmayan bir sokak kesisme yeri haline getirdi.

Otelimizin etrafinda eski Times Square gibi dilenciler, uyusturucucular (kullanici/satici) ve striptiz barlari disinda bol egzoz, gurultu ve pislik vardi. Yerinin iyi yani ise butun gidecegimiz yerlere yakin olmasiydi.

Ilk aksam biletimizi almaya futbolcularin da kaldigi otele gittik. Biz beklerken sari kirmizi esofmanlari ile yemege indiler. Ayni anda oynanan Sampiyonlar Ligi maclarini seyretmiyorlardi, sadece Hagi birkac kez cok guzel telafuz edilen bir Turkce ile skoru sordu. Bir ara Fatih ile muhabbet ettik, cok iyi oynamamasini yoksa Real’in kendisini hemen alacagini soyleyince mahcup bir sekilde klube para lazim oldugunu soyledi. Kendisi icin istiyorsa namert oldugunu belli eden bir sekilde… Halbuki ben her sene iclerinden birkac kisinin gitmesi gerektigini savunuyorum, bu sene de Okan, Emre, Fatih uclusu gidebilirler, herkes icin iyi olur.

11’e dogru once naz yapan, sonra Hagi var deyince iki kez soyletmeden hemen havalanindan gelen taksisinin yonunu degistirten Yalin ile bulustuk. Hagi, Lucescu ve gelmis gecmis en efendi Turk futbolcusu Cuneyt Tanman ile fotograflar cektirdik. Cuneyt’e de butun futbolcularin gitmesi ile ilgili endiselerimizi dillendirince, kafasi ile ne yapalim, isaret ve bas parmaklari ile de para isareti yapti…

Ertesi gun mac ve herkesle bulusma heyecani icindeydik. Once Aygen’i bulmak uzere otelden cikip kuzeye dogru yuruduk. Tam pislik mahallelerden gecerken biraz da vaktimiz oldugu icin guzel gorunumlu bi kafeye girdik. Kestane renginde dosenmis, seramik bardakta guzel ve pahali kahveler satan sik bir kafe idi. New York’ta son yillarda acilip, bir sure sonra Starbucks imparatorluguna yenilen bircoklari gibi.

Iceri girdik ve oturduktan sonra icerdekilerin yuzde doksanbesinin erkek oldugunun farkina vardik. Once belki Ispanya’da bu isler boyledir diye dusunduk, ama sonra saskinlikla farkettik ki Yilmaz Erdogan’a benzeyen pis sakalli bir adam, kucaginda killari bol bir baskasi, birbirlerinin kulaklarini opuyorlar. (Adam ara sira elleriyle agzina gelen killari temizliyor.) Derken kiritkan bir garson geldi, siparisleri vermeye basladik. Baktik ki her icecegin 3 fiyati var, barra, tabla, ve noche. Biz de herhalde degisik boylar bunlar dedik (kucuk, orta buyuk seklinde) ve bir kahve barra, bir kakao noche falan diye siparisleri Ispanyolca verdik.

Ara not:Ispanya’da (chocolate denen) kakaoyu icmeden donmeyin derim!

Garson bize deli gormus gibi bakiyordu, biz de herhalde heteroseksuel ciftlerin (arti Yalin) buraya gelmelerine alisik degiller diye dusunuyorduk. Kafeden ciktiktan sonra dank etti ki menulerindeki degisik fiyatlar gece icersen, masada icersen ve barda icersen fiyatlariymis! Ayrica Madrid’de gay kafesi gormedik de demeyiz artik.

Real Madrid – Galatasaray
Oglen gibi Turkiye’den gelen Aslanlar, Ultraslanlar ve Chicago’dan gelen Levent ile harika bir gunesin altinda bulustuk. Icilen kan kirmizisi sangrialar (icine cesitli meyveler ve buz karistirilarak sicakta icilir hale getirilmis dusuk kalite kirmizi sarap) ve kucuk toprak kaplarin icindeki tapaslarin (meze) arasinda eglendik, Real Madrid taraftari muhendislik ogrencileriyle dostluk fotograflari cektirdik. Biz Ispanyollarla fotograflar cektirirken yan masadaki Japon turist grubundakiler cildirmadan onceki Avrupali holiganlar diye bizim resimlerimizi cekiyorlardi!

Bir ara herhalde gunes altinda icilen ates suyunun etkisiyle celallenen bir Ingiliz tek basina 20 kadar formali taraftarla kavga cikartmaya calisti. Sarhos bir aksanla, “Nereden geliyorsunuz?” diye sordu. Londra’dan gelen Yalin, “Londra” deyince inanmadi, birkac kez daha kufurle karisik “Nereden geliyorsunuz?” dedi. Sonunda hir cikmadan arkadasi aldi goturdu Ingilizi. Biz Turkiye’de gazete okuyan anne babalarimiz tarafindan kucuk gruplar halinde Real Madrid formalariyla gezip adam bicaklayacak Ispanyol neo-naziler icin uyarilmistik, ama tek potansiyel kavga bir Ingiliz tarafindan cikartilmaya calisildi!

Gazetelerden bahsetmisken ertesi gun Hurriyet’i okuyup sasirdigimizi soylemem lazim. Ilk sayfada kocaman puntolarla Ispanyollar kinaniyor ve kafilenin basina gelenler anlatiliyordu. Bir kismi dogru olmasina ragmen, Mac sirasinda bizi susturmak icin her tezahuratimizda bizi copladilar, bizi yerimize oturtmadilar, zorla baska koseye goturduler, macin devre arasinda su ve yiyecek vermediler gibi uc adet yalan haber vardi.

Ispanyollarin yaptiklari pasaport kontrolunun ucakta yapmalari, taraftarlarin sehrin bir kosesinde birkac saat zorla tutulmasi, mac girisinde polisin durup dururken adam coplamasi, donus yolunca havaalaninda taraftarlarin tercit edilmesi gibi bircok gercekten de olan ayip varken milleti doldurmak, Ispanyollardan nefret ettirmek ve Avrupali bizi sevmiyor iste dedirtmek icin yalan seyler yazilmasini yakistiramadim.

Tekrar mac gunune donecek olursak: maca birkac saat kala Plaza Mayor’dan taksiye bindik ve icimizde kucuk bir umut, sonunda stada dogru yola ciktik. Taksicimiz Real Betis taraftariydi, ve aynen digerleri gibi tek kelime Ingilizce konusmuyordu. Cat pat Ispanyolca konustum, fakat bir cumle soyledi anlayamadim. 3 kere soylettim, megersem “Cok guzel Ispanyolca konusuyorsun” diyormus!

Not paragraf: Baska bir taksici maceramiz ise her zamanki gibi futbol muhabbeti ile basladi. Adam ben futbol da boga guresi de sevmem deyince, ne seversin dedik, basket severmis. Bunun uzerine Turkuz deyince once Hidayet Turkoglu, sonra da Mirsad Turkcan konustuk. Taksici Mirsad’in kisa ama hizli NBA kariyerindeki butun takimlari saydi, sasirdik kaldik. < Mactan bahsetmeye gerek yok, olan oldu, yenildik ciktik. Icime sindiremedigim seyler ise top disari kacinca Ispanyollarin yaptiklari sacma geri vermeme hareketleri ve bu davranislarla sinirlenip kontrolu kaybeden profesyonelligi eksik futbolcularimizdi. Arkamizda oturup purosunun kullerini ve cekirdek coplerini bizim koltuklara atan (ve Seha'nin paltosunu yakan) ayiya mac heyecanindan ve sonra da uzuntusunde birsey dememem de sonradan koydu. Turkiye'de kalite ve paranin artik yavas yavas ters korrelasyonlu olmaya basladiginin canli ispati gibi bir adamdi bu kabak kafali sahis. Ve Donus…
Mac sonrasi kosa kosa evlerimize, otel odalarimiza donduk. Ertesi gun ise daha cok kardesim ile hasret gidermek amacli, Ispanyol tipi upuzun ve apagir bir ogle yemegi yedik. Yemegin sonlarina dogru, tam rehavet cokmusken mac icin heyecanlanmamizi, uzulmemizi, sevinmemizi, mac icin kalkip taa Ispanya’ya gelmemizi bosa cikaran bir telefon aldik.

Cok sevgili buyuk dayimi kaybetmistik… Bir turlu aglayamadim. Belki artik her an bekledigim icindir. Zaten annemin telefondaki sesinden de daha soylemeden ne oldugunu tahmin etmistim.

Ardindan iki gun once Sevilla’dan kendisini aradigim ve son kez konusabildigim aklima geldi ve buruk bir sekilde sevindim. Artik olumun yaklastigini tahmin ettiginden herhalde, kendisinden beklenmeyecek duygusallikla, “Oglum, seni cok ozledim. Ne zaman geliyorsun?” diye sormustu. Ben de birkac hafta sonra kendisini ziyarete gelecegimi soylemistim. Maalesef cenazesine ancak gidebildim, topraga verilirken de yuzunu son bir kez goremedim bile.

Bir turlu almak istemedigimiz bu haberi alinca tatili yarida kestik ve Istanbul’a gittik.

Futbolun nasil bir tutku oldugunu ve bazen cok onemli bir seyin aniden ne kadar da onemsiz olabildigini bir kez daha gordum.

Umarim siz okurlar tutkularinizi herzaman tutkularin yasanmasi gerektigi gibi yasayabilirsiniz.

Londra

Yorum Yazınız / Leave a Reply