Gamirasu Cave Hotel (Tuna)

Kapadokya…

Mukemmel havada mukemmel yolculuk, bombos yollar, hiz limitlerine uyularak, uymayan ve ebelenen soforlere garip bir kucumseme ile bakilarak; efendim, herkesler cikista dizilmisken durmayip OGS ile gecmekten bile keyif alinarak tamamlanan Istanbul Ankara etabi ve kotu yol yemekleri (Ismail’in yeri saat olarak gidiste de donuste de uygun degildi maalesef) ve Nevsehir sapagini takiben yasanan “Aa bak Tepesi Delik Han, hakkaten de tepesi delik yahu” tarzi tarihe saygisiz ama ayni keyifte yolculuk…

Kapadokya, her yer Kapadokya, baska sekillerde sevdigim Erciyes ve Hasan Daglarinin lavla kapattigi topraklar, cok genis bir alan, tumu de orasi iste… Daha once de iki kez gordugum ama, Ozlem’e de gostermek istedigim, yilin bu mevsimi uygun tatil nerede yapilir sorusunun yaniti olarak ortak tercihimiz… Fakaaat, Kapadokya’da nereye gidilir simdi sorusunun yaniti yoktu elimizde… Benim iki gelisimin biri Perisia diye dort yildiz bir yer, iste Dedeman filan da var da hem tercih hem butce hayir diyor oralara… E baska bir sefer, dag dosnusu tamamen camping seklinde idik ki, hayri hayir, sorunun yaniti bu da asla olamaz. Cevremizde ufak capli arastirmalar da tam yanit vermemisti ki, ben bir de internette Kapadokya filan yazarak otel aradim… Ve karsima uc bes mantikli yer cikti. Ozlem fotolardan birini secti. Konustuk, e bir iki fotograf var ama bilmiyoruz ki bizi ne bekliyor, bir daha konustuk, ama bizi asil vuran, fiyatta anlasinca “gelince bir sicak sarap ikramimiz da olur” diyen Medine Hanim oldu…

Urgup’e varinca Mustafapasa yoluna sapin… Urgup sapagindayiz, haliyle Mustafapasa diye bir sapak yok, gobek var, solda Sehir Merkezi (Centrum) var, duz gidince animsamadigim ilgisiz baska bir ilce var (Avanos olabilir bak), sagdan asagi dik bir yol iniyor orada da ne ilgisiz birsey ama, Tourism Information yaziyor… Dur burada, bir telefon, Suleyman Bey aciyor, “Sehir merkezine inin, sorun, gosterirler…” . Artik hava da karardi, birkac kisi buluyoruz, bir sarap mahzeninin onunde durduklari icin bize daha bir guvenilir gorunuyorlar, surdan asagi, sonra gobekten saga diyorlar, e oradaki ok da zaten gosteriyormus yolu deyip sapiyoruz asagi… Asagi giden yol, daha gidiyorum demeden bir saga bir sola ayriliyor, soldan gidersek geldigimiz yere doneriz gibi duruyor, e vur bakalim saga… Sagdaki yol kivrila kivrila yukseliyor, bir gobege geliyoruz. Adam gobekten saga demisti… Ama, ama, bu gobek demin centruma saptigimiz gobek… Kendimize biraz guluyoruz… Geri donuyoruz… O ayrimin solundan sapinca az ilerde Mustafapasa oku var… O yoldan gidince ilerde sagda Ayvalik Koyu yolu… Saptik o yola, git git, in cin sanki yillardir top oynuyor, skor inler 998976 cinler 998955… (Buradan, inlerin cinleri hep yendigini anliyoruz… Ozlem’e ‘inler cinleri yener abi’ diyorum, bos bos bakiyor.) Ayvalik koyune giriyoruz ama isik filan pek yok koyde… Biz de sanki o koyde kalmayi cok istemiyoruz. Biraz araninca Gamirasu okunun da yardimi ile otele giden, ustelik o da acaip manevralarla gecebilen kopruyu, o sirada arayan arkadisimiza kahkahalarla anlatiyor, bu issiz yerde sicak sarabimiza hap atarlarsa gelip bulmasi icin otelimizin adini birkac kere tekrarliyoruz.

Ohh, geldik sonunda su otele, buraya kadar okuyanlar da oteli mi yolu mu anlatiyorsun sayin kardesim cinneti icindeler, biliyorum… Yavas yavas… (Yani bundan sonra her gezdigimiz noktayi anlatacak da degilim…)

Medine Hanim bizi odamiza goturdu. Odamiz tastan kemerli bir oda, iceriden sicak hava fiskirdi disari, tek bir elektrikli kalorifer petegi, sonradan kesin musahade edecegimiz sekilde fazlasi ile isitiyor bu tas yapinin icini, temiz, bir kose sofa, yanina bir eski is tepsi, sehpa niyetine, cok sade, cok temiz, konforun ust duzeyi degil ama bizim aradigimiz, bekledigimiz her sey fazlasi ile var…

Yemek yemek icin girdigimiz kisim, bir baska genisce oda, tasa oyulmus, kenarinda sominesi, toplam ondort odali bu otelin dolu sezonda tum musterileri ayni anda yemek istese ancak ancak sigar oraya… Biz gittigimizde sadece bir yeni evli cift ve bir de Ingiliz anne-ogul var. Ana yemegimiz pilav-turlu… Ama coook lezzetlisinden… Ve ben sunu dusunup dile getiriyorum, bati yemekleri degil, kebap-lahmacun-vs. degil, hakikaten Turk evinde pisen, annemin evinde pisen yemek… Bunu yediriyorlar o Ingilizlere ve normalde konaklayanlrin cogunlugunu olusturan yabanci turiste… Helal olsun…

Biz yerken Suleyman Bey geliyor, yaninda baska biri, kendini tanistiriyor, Ibrahim Bey… Otelin sahibi… Diger masaya oturup oradan bize laf yetistiriyorlar, eglenceli, en onemlisi samimi sekilde… Ilk gun izlenimimiz bu, herkes ve hersey samimi su ana dek…

Sabahtan kahvalti sirasinda, cevreyi gezmek icin destek istiyoruz, cikarip bir harita veriyorlar, iki tane resimli kitapla gidecegimiz yerlerin onemi hakkinda on bilgiler geciyorlar, nasil turlar yaparsak mantikli, onu anlatiyor Medine Hanim kizimiz… Artik daha bir oyle hissediyoruz, Medine Hanim, ama kizimiz… (21 yasinda filan…)

Gunumuz cok zevkli geciyor, kendimizi fazla da yormadan uzmeden gezmek istedigimiz bircok yeri geziyoruz. Ama arda yedigimiz, tavsiye edilmis restoranin yemegi, can sikici, belli ki ozellikle buralar bosken disarda taze birseyler bulmak zor, isimizi sansa birakmiyor, aksam yemeklerimizi de otelde yiyelim diyoruz… Yemekten once somine basinda Ozlem’in istegi ile kahve yaninda cikolata yiyor, Medine’yi de cikolataya ortak ediyoruz. Yemekten sonra gunumuzu konusurken ve otele sabah gelen yeni evli ciftimiz odalarina cekildikten! sonra, en renkli kisilik Tuncay ile de tanisiyoruz, daha dogrusu tanistirilmistik da, muhabbeti ilerletiyoruz. Kendisi orali, yani Ayvalik Koyunden, kendini gelistirmis herhalde, yani bizim meslekleri filan sorup ben de ilkokul mezunuyum vs. diyor ama iddiali, hem ingilizce biliyorum hem de araba kullaniyorum, o yuzden beni rehber olarak istiyorlar diyor. Tuncay’in acaip bir espri anlayisi var, insani basta fazla samimiyet ile itiyor gibi ama, icindeki iyi niyet oyle safca yansiyor ki bazi hareketlerine, ornegin otelde kalan Ingiliz cocuga sarilisina… Oralar avucunun ici gibi ama tarihten sinifta kaliyor, uc bes kliseyi kapmis, cok ilgili, cok merakli ama eðitim eksik elbette. Ingilizce, bol fotografli guzel Cappadoccia kitaplarini gosterirken cok zevk aliyor, her resmi kendince yorumluyor, hic yoruma acik olmayanlari bile… Ertesi gunumuzu Tuncay’in onderliginde ve egitimi de rehberlik olan Medine’nin gozetiminde, butun otel misafirlerinin katilimiyla gerceklestirilecek olan Ihlara Vadisi ve oraya dogru yol uzerinde ne kadar kilise varsa hepsi (aslinda aksam daha boyle bir tur olacagini bilmiyoruz tabii) turunda gecirmeyi kabul ediyoruz… Bir yandan resimli kitaplara bakip gun boyu anladigimiz ve anlamadigimiz birsuru seyi anlamaya calisiyoruz; bir yandan, benim ozel istegim uzerine Medine’nin telefonda tarifini alarak yaptigi (somine yaninda isitilmis) guzel sicak sarabimizi yudumluyoruz… E soz verdiler, o kadar ikram olacak artik…

Ertesi gun, yeralti sehirlerini gezerek basliyor, binkusur yil once dusmanlarindan korunmak icin topragin metrelerce altina giren, girise de muazzam korumali kapilar yapan insanlara hayranlik duyuyorum… Ama aklima gelmisken, bircok freskte yer alan, Meryem’in nisanlisinin “nereden geldi bu cocuk yahu” dusunceli bakisinin resimlerine halen de kustahca guluyorum… Sonra bircok kilise, bulunan her tas oyulmus, bircogu da kilise olarak duzenlenmis yani…

Aralarda Mercedes Vito ile yolculuk, arkada yeni evliler ve Medine, arada biz, yuzumuz yeni evlilere donuk, ama ben dag manzarasi manyagi oldugum icin saga sola donup donup tersten Erciyes ve Hasan’i yakalamaya calisiyorum, sanirim boynnumdaki agrilar o zamandan kalma… Onde Ingiliz anne ve sari oglu… Neydi adi unuttum, diyelim ki Taylor… Bu Taylor’da hic annesine cekmemis, cok firlama bir velet… Anne en az elli bess yasinda, eger degilse hakikaten cok cile cekmis. Taylor tas catlasin 12. Ama muhtemelen 10.Anne oglum diyor ama biz turklerin ortak youmu evlatlik oldugu yonunde bu tatli veledin. Neyse, bu Taylor ile Tuncay’in arasi cok iyi. Bir ara mesela onden sesler yukseliyor, kabaran kulaklarimiz su cumleleri kapiyor…Taylor:”Is this air conditioning?”
Tuncay: “O air conditioning bu window conditioning (pencereyi aralayarak)”…

>Bir krater golunun yanina gidiyoruz, Tuncay giristeki cocuga “Ben Tursab’danim bunlar da gazeteciler tamam mi?” diyor. Cocuk tamam diyor, isbitirici Tuncay “Hadi” diyor, kardes ikiliyor… Sonra animsamadigim bir nedenle konuyu kopek baliklarina getiriyor, ardindan da Taylor’a “You know dogfish” diyor… Taylor bunu uzerine en az on kere “Dogfish dogfish” diye tekrar ediyor. Biz Tuncay’a artik cocugun psikolojisi ile beraber Ingilizcesini de bozmayi basardigi icin ayrica paye veriyoruz, bu cocuk dondugunde arkadaslari ile iletisim kuramayacak…

Ishak Pasa Sarayina (cok guzel manzarasi var), takiben de guzel sifatli bir ismi olan baska bir kiliseli koye giriyoruz. Bu koydeki kilise de bircogu gibi cami yapilmis, ama alttaki freskler sokulmeden, uzeri boyanarak, hatta bircok yerine sadece naylon gererek kapatilmis olmasi. Estetik degil ama dusunceli… Bu koyun girisinde Tuncay adam basi para vermemek icin birisiyle soyle bir muhabbete giriyor: “Benden de mi para alican, niye pesmden geliyon? Ben de buradanim. Hussu’nun oglu… He.. Damak’larin Hussu… ” (Suleyman Bey bir ara ben bu Damak hikayesini Tuncay’la konusurken duyup, onlar da mi ogrendi Damak’lari dedi ki benim asil saskinligim burada gerecklesti…)

Neyse iste, oradan sona, Ihlara Vadisinde balik, bira , ustune yarim saatlik yuruyus. Ardindan gun batimini yakalamak icin yola cikis, Tuncay basiyor gaza, maalesef yolda bir de kedi eziyor bizi “sunset” e yetistirmek icin, ama gunbatiminin asil guzel gorundugu yerlerden birine yetisemeden gun batiyor, yol ustunde ilgisiz bir koyde durup, hadi izleyin deyince de biz kouyoruz, daha once gormustuk diye… Ama o cok uzuluyor, isinin hakkini verememis bir insan olarak…

Gunun en guzel surprizi, Ayvalik Koyu girisinde, ortak firinda beraber pide yapan kadinlar oluyor; gencinden yaslisina, on kadar kadinin beraberce calisip pisirdigi pideler ve kete dedikleri ince pide tarzi ekmeklerden yapiyorlar. Kete Malatya’da baska birseyin adiymis, burada bu oluyor sonucta. Butun koyun o geceki ihtiyaci burada karsilaniyor, bir genis tahtanin uzeri dolacak kadar birikince, bir kadin sirtlanp dagitima goturuyor. Biz bu hamurisini lupletince, otelimizin, (gunduz cok aranip da bulamadigimiz icin cogumuzun icinde kalan) gozleme servisinin ve diger yemeklerin tadina fazla varamiyoruz bu kez.

Yemek oncesi Ibrahim Bey ile muhabbet etme sansimiz oluyor, otel kac odali diyoruz. “Elimde kirk tane oda var, su anda ondordu acik ama en fazla yirmisini acarim. Cunku biz musterilerin sayisi cok olunca Suleyman Bey , Medine Hanim, ben paylasiyoruz, herkesle ozel ilgileniyoruz kim ne ister, nasil memnun olur, amacim militanlar yaratmak, dusunun burada bir sezonda kalan sekizyuz kisi donunce anlatsa bizi, iste bu benim gucum, kirk oda acarsam, sabah kimse kimseyi tanimadan kahvalti ederse, ben o hizmeti veremem, o zaman kimse gelmez sehrin disinda, koyun dibindeki bu otele.” Ibrahim Bey’in giyimi, gorunumu, sivesi… Utanarak itiraf ediyorum, ilk izlenimim, koylu zenginin bir oteli var, Suleyman diye de becerikli bir yegeni var (evet boyle de bir iliski var aralarinda…) o da oteli yabancilara pazarliyor, oyle goturuyorlar olmustu… Ibrahim Bey gorunumunu degistirmemis ama beynini cok gelistirmis bir insan. Karisinin Alman oldugunu ogrendik, tanidiktan sonra cok da onemli olmayan bir not.

Ertesi gunumuz, biraz cevre yuruyusu, biraz Urgup ici, biraz findik fistik atistirarak gecti. Gece yemekten once, Suleyman Bey’i tanima firsatimiz oldu. Suleyman Bey, esimle meslektas, 1980’lerin sonuna dogru ODTU’ye gidip Rehberlik ve Psikkolojik Danismanlik okuyor, o arada Fransizcasini da kendi gelistirip, Kapadokya civarinda rehberlik (psikolojik olmayan) yapmaya basliyor, aslinda meslegini uygulamadigi halde, Fransa’da dort sene (1994-1998) bulunup, gitmisken konusunda yuksek lisans da yaptigini soyluyor. Nasil gitmisken diyoruz, biraz yutkunarak, burada bir Fransizla evlendigini, okulda ve sonrasinda burada yasadiklarini, ama sonra esinin ulkesine donmek istedigini, donduklerini ama sonra ayrildiklarini anlatiyor. Kizlari oldugunu da ogreniyoruz. Ne konuda yapmis tezini? Fransa’da yasayan gocmen Turk ailelerin cocuklari okullarinda cok basarili. Bunu sebeplerini arastiriyor, kokunde buradan giden insanlarin orada basarili olmak zorunlulugu psikolojisinin cocuklari da etkiledigini ortaya koyuyor. Sonra iste donuyor, bir sure rehberlik yapiyor, Gamirasu yeterli kapasiteye ulasinca da oncelikle pazarlama olmak uzere otelin bircok isini ustleniyor. O da oralarda vaha gibi bir adam. Hristiyanlar icin baligin onemini anlatti, Tuncay arkada agzi acik dinledi. Biz de… Aklimda kaldigi kadari ile, bilenler duzeltsin: Balik Yunanca IX(TH)OS… I Iosos sanirim, yani Jesus. X Christ. (TH)O yani Tau Tanri herhalde. S de kutsal ruh. Yani bir balik diyerek, butun Hristiyanlik inanci ozetleniyor. Son gece yenen baligin dahi onemi burada… Konustugumuz sure icinde de hem etkilenerek, hem de saygiyla dinledim, bu ufak tefek mutevazi adami. Haliyle turizm ve problemlerimiz hakkinda da bilgisi ve fikri var, neden isin icinde olan akilli ve becerikli insanlarin yonetimlerde de olmadigini tekrar sordum kendi kendime…

Aksam, cok guzel bir daveti, Ibrahim Bey’in “Saz” diye niteledigi bir calgili eglenceyi, Liverpool maci icin kacirdik. Mutfaktaki ufak televizyon bizim icin yemek salonuna cekildi, findik fistik ve biralar cikti. Mac birlik ve beraberlik icinde izlenildi, hala daha geceye gidilirdi ama ertesi gun donus gunumuzdu.
Ibrahim Bey’in yeni militanlarindan olarak, son sabahimizda da balli recelli, pastirmali, isitilmis pideli kahvaltimizi yapiyoruz, yeni gelen Fransiz misafirleri kesiyoruz hafiften, Medine ile son bir poz fotograf cektirip koyuluyoruz yola, herkes bayram icin biryerlere gidiyor, bizim onumuz bombos, biz eve gidiyoruz…

Yorum Yazınız / Leave a Reply